Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy'nin Akdeniz bölgesindeki devletleri “Akdeniz Birliği” projesi çatısı altında bir araya getirme yönündeki çabası, Kıbrıs’taki yeni Fransız üsleri ve Fransa’nın Güney Kıbrıs’a Türkiye karşıtlığı zeminine oturan desteği Akdeniz’de yaşanan yeni bir sürecin temel taşlarını meydana getiriyor.
Bugünden yaklaşık bir yıl önce Rumlar hava ve deniz üslerini Fransa’ya açma kararı almıştı. Güney Kıbrıs ile Fransa arasında askeri bir anlaşmanın imzalanması için son aşamaya gelindiği bildirilmişti. Rum Politis Gazetesi bu gelişmeyi okurlarına duyururken, Fransa’nın Andreas Papandreu Baf Askeri hava Üssü’nü ve bazı deniz limanlarını kullanma hakkını aldığını yazmıştı.
Gazeteye göre Kasım 2005’te Rum Lider Tassos Papadopulos’un Fransa’yı ziyareti sırasında gündeme alınan bu konu, tarafların Güney Kıbrıs’taki askeri altyapının Fransız savaş uçaklarının ve savaş gemilerinin kullanımına açılması yönündeki mutabakat ile neticelendi. Fransız Hava Kuvvetleri Baf Üssü’nü Lübnan Krizi sırasında da kullanmıştı. Rum deniz üslerinin Akdeniz’de görev yapan Fransız savaş gemilerine destek sağlaması ve Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) subaylarının Fransız askeri okullarında eğitim görmesi de öngörülen diğer ortak çalışmalar arasındaydı. Ağırlıklı olarak Fransa kaynaklı silahları kullanan RMMO subaylarının hâlihazırda Fransa’da eğitim gördüğü biliniyor.
Söz konusu anlaşma, Güney Kıbrıs için “ikinci Yunanistan” kartına sahip olma anlamı taşıyor. Ancak bu işbirliği Yunanistan’a nispeten daha büyük avantajlar içeriyor. Çünkü daha önce 90’lı yıllarda, Yunan Savunma Bakanı Gerosimos Arseniz döneminde başlatılan Yunanistan ile “ortak savunma doktrini”, Güney Kıbrıs’a umduğu faydayı sağlamamıştı. Kardak Krizi, S-300 Krizi, ara bölgedeki eylemler, motosikletlilerin eylemleri ve diğer bazı gelişmeler, Atina’nın ve Güney Kıbrıs’ın beklentisinin aksine “kontrollü kriz tırmandırma” şeklinde gelişmeyip, her defasında Yunan-Rum ittifakının bölgesel planda yeni sorunlar yaşamasına ve prestij kaybına yol açmıştı.
Buna mukabil Fransa ile başlatılan yeni süreç Güney Kıbrıs açısından birtakım avantajlar içeriyor. Böylelikle Güney Kıbrıs Avrupa Birliği çatısı altında Yunanistan’a göre daha büyük ağırlığa sahip bir stratejik ortağa kavuştu. Aynı şekilde Fransız silah firmaları açısından da cazip olan bu proje, Güney Kıbrıs’ın Paris üzerinden eski Fransız sömürgesi olan Müslüman ülkeler üzerinde etkili olmasına imkân verecek. Güney Kıbrıs’ın stratejik anlamda da, Kıbrıs konusunda Türkiye ve İngiltere’yi dengeleyecek bir koza sahip olduğu yorumu da yapılabilir. Aynı noktadan hareketle, NATO’ya katılım hedefini gözeten Güney Kıbrıs’ın bu konuda da Fransız desteğinden faydalanacağı düşünülebilir.
Elbette Fransa’nın Doğu Akdeniz’de etkin bir askeri güç konumuna gelmesi, ABD’nin ve İngiltere’nin de üzerinde hassasiyetle durması gereken bir husus. Ancak Türkiye, “mevcut gelişmenin Zürih ve Londra anlaşmaları ile karara bağlanan, Adada sadece garantör devletlerin askeri varlığı bulunabileceği” şeklindeki itirazı ile kendi müktesebatına dahi nadiren uyan Avrupa Birliği nezdinde beklediği neticeye ulaşamayabilir.
Kuşku yok ki, Adada en az İngiliz ve Fransız askerleri derecesinde bulunma hakkı olan Türk askerinin Adadaki mevcudiyetinin çerçevesi ve önemi böylelikle daha iyi de anlaşılabilir. Bu arada Adanın askersizleştirilmesi düşüncesi ise böylelikle doğmadan ölmüş olur.
Fransa söz konusu anlaşmayı daha sonra yalanladı. Fransa, yalanlamasında, anlaşmanın “Güney Kıbrıs'ta Fransız kuvvetlerine hava ve deniz üslerinden yararlanma olanağı sağlayacağı ve ortak askeri tatbikat düzenlenmesi” gibi hususlar içermediğini açıkladı. Yapılan açıklamada, “iki ülkeye mensup askeri personel arasında zaten yapılan bilgi ve deneyim alışverişini resmileştirme amacı taşıdığını ve subayların karşılıklı ziyaretlerini öngördüğü” belirtildi.
Bununla birlikte Rum Fileleftheros Gazetesi’nin, “Flört İttifaka Dönüştü" başlığıyla verdiği bir haberde, “Fransa bölgeye yeniden geliyor ve Kıbrıs'ı güçlü ortak seçiyor” denildi. Ayrıca Rum basınındaki diğer yayınlar da daha sonra da, “anlaşma uyarınca Güney Kıbrıs’ın, Fransa'ya Zigi (Terazi) Deniz Üssü ve Baf'taki Andreas Papandreu Hava Üssü'nü kullanması için kolaylıklar sağlayacağını ve Fransız gemi ve uçaklarının konaklayabilmelerine imkân vereceğini” yazdılar ve tekzip edilmediler.
Türkiye’nin bu konudaki itirazı üç sacayağına oturuyor. Her biri ayrı ayrı çok önemli olan bu itirazlardan birincisi, söz konusu ikili ittifakın uluslar arası anlaşmalara aykırı, yani kanunsuz olduğu...
1960 Anlaşmaları'yla Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'de oluşturulan hassas denge, ilgili ülkelerin garantörlük haklarıyla teminat altına alınmıştı. Bu anlaşma Kıbrıs'la ilgili 1960 Anlaşmaları'nı hiçe sayıyor.
Türkiye’nin itirazlarından ikincisi ise yetki konusu ile ilgili. Çünkü Güney Kıbrıs’ın böyle bir ittifak kurmaya ve anlaşma yapmaya yetkisi yok. Çünkü Rumlar ehil değil. Güney Kıbrıs Adanın bütününe sahip olmadığı gibi, Kıbrıslı Türkleri de temsil etmiyor. Bu durumda Adanın tümü için bu tür tasarruflarda bulunmaya yetkisi yok.
Türkiye’nin itirazlarından en can alıcı olan üçüncüsü ise şöyle;
BM çözüm parametre ve çerçevesine ters düşen bu anlaşma Rumların uzlaşmaz tutumlarını daha da pekiştirecek ve kapsamlı çözüm çabalarına ciddi zarar verir.
Önemli bir arka plan bilgisi ise Türkiye'nin anlaşmayı imzalamaması için Temmuz 2006'da Fransa'yı uyardığı ve anlaşmanın 1960 Anlaşmaları'na aykırı olduğunu, Doğu Akdeniz'deki istikrar ve güvenliğe tehdit teşkil edeceğini ve Türkiye'nin hak ve çıkarlarını yakından ilgilendirdiği mesajının verildiği bilgisi.
Böylelikle Fransa bir üst paragrafta yer alan hususlara rağmen söz konusu ittifakı –bilgilendirildiği halde- kurarak, çok somut bir duruş gösterdi.
Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasının bir diğer boyutu olan, Sarkozy’nin “Akdeniz Birliği” fikrine gelince, Fransız-Rum koalisyonunun varlığını gözden kaçırmadan, bu projenin ne olduğuna veyahut nelere yol açabileceğine bakmak gerekiyor. Bunun için bazı parametrelerin doğru bir biçimde tespitinde yarar var.
Birincisi, Akdeniz havzası Avrupa Birliği’ne her yıl büyük oranda yasadışı göç veren bölge. Küresel ısınmanın ve gerek aktif gerekse pasif kriz bölgelerinin önümüzdeki yıllarda, öncesine oranla çok daha büyük göç hareketlerini tetiklemesi bekleniyor.
İkincisi, Akdeniz havzası çok sayıda aktif ve pasif kriz bölgesini barındıran ve periferisinde yine birçok kriz sahasına sahip olan bölge.
Üçüncüsü, geleneksel olarak “Akdeniz’in soluk borusu” olarak tarif edilen Kıbrıs Adası’nın da bulunduğu bölge, Akdeniz’in Cebelitarık haricindeki bütün giriş ve çıkışları “gören”, “duyan” ve onlara yakın olan bir konuma sahip.
Dördüncüsü, Avrupa Birliği’nin komşuluk perspektifi verdiği ülkeler, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı çerçevesinde Avrupa ile başta ticaret ve işbirliği ve demokrasi konularında işbirliği yapıyorlar. Söze konu ortak çalışmalar Avrupa Birliği’nin yanı sıra Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin, Güney Kıbrıs ve Malta’nın kuruculuğunda başladı. Son iki ülke 1 Mayıs 2004’te tam üye oldular.
Bugünden yaklaşık bir yıl önce Rumlar hava ve deniz üslerini Fransa’ya açma kararı almıştı. Güney Kıbrıs ile Fransa arasında askeri bir anlaşmanın imzalanması için son aşamaya gelindiği bildirilmişti. Rum Politis Gazetesi bu gelişmeyi okurlarına duyururken, Fransa’nın Andreas Papandreu Baf Askeri hava Üssü’nü ve bazı deniz limanlarını kullanma hakkını aldığını yazmıştı.
Gazeteye göre Kasım 2005’te Rum Lider Tassos Papadopulos’un Fransa’yı ziyareti sırasında gündeme alınan bu konu, tarafların Güney Kıbrıs’taki askeri altyapının Fransız savaş uçaklarının ve savaş gemilerinin kullanımına açılması yönündeki mutabakat ile neticelendi. Fransız Hava Kuvvetleri Baf Üssü’nü Lübnan Krizi sırasında da kullanmıştı. Rum deniz üslerinin Akdeniz’de görev yapan Fransız savaş gemilerine destek sağlaması ve Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) subaylarının Fransız askeri okullarında eğitim görmesi de öngörülen diğer ortak çalışmalar arasındaydı. Ağırlıklı olarak Fransa kaynaklı silahları kullanan RMMO subaylarının hâlihazırda Fransa’da eğitim gördüğü biliniyor.
Söz konusu anlaşma, Güney Kıbrıs için “ikinci Yunanistan” kartına sahip olma anlamı taşıyor. Ancak bu işbirliği Yunanistan’a nispeten daha büyük avantajlar içeriyor. Çünkü daha önce 90’lı yıllarda, Yunan Savunma Bakanı Gerosimos Arseniz döneminde başlatılan Yunanistan ile “ortak savunma doktrini”, Güney Kıbrıs’a umduğu faydayı sağlamamıştı. Kardak Krizi, S-300 Krizi, ara bölgedeki eylemler, motosikletlilerin eylemleri ve diğer bazı gelişmeler, Atina’nın ve Güney Kıbrıs’ın beklentisinin aksine “kontrollü kriz tırmandırma” şeklinde gelişmeyip, her defasında Yunan-Rum ittifakının bölgesel planda yeni sorunlar yaşamasına ve prestij kaybına yol açmıştı.
Buna mukabil Fransa ile başlatılan yeni süreç Güney Kıbrıs açısından birtakım avantajlar içeriyor. Böylelikle Güney Kıbrıs Avrupa Birliği çatısı altında Yunanistan’a göre daha büyük ağırlığa sahip bir stratejik ortağa kavuştu. Aynı şekilde Fransız silah firmaları açısından da cazip olan bu proje, Güney Kıbrıs’ın Paris üzerinden eski Fransız sömürgesi olan Müslüman ülkeler üzerinde etkili olmasına imkân verecek. Güney Kıbrıs’ın stratejik anlamda da, Kıbrıs konusunda Türkiye ve İngiltere’yi dengeleyecek bir koza sahip olduğu yorumu da yapılabilir. Aynı noktadan hareketle, NATO’ya katılım hedefini gözeten Güney Kıbrıs’ın bu konuda da Fransız desteğinden faydalanacağı düşünülebilir.
Elbette Fransa’nın Doğu Akdeniz’de etkin bir askeri güç konumuna gelmesi, ABD’nin ve İngiltere’nin de üzerinde hassasiyetle durması gereken bir husus. Ancak Türkiye, “mevcut gelişmenin Zürih ve Londra anlaşmaları ile karara bağlanan, Adada sadece garantör devletlerin askeri varlığı bulunabileceği” şeklindeki itirazı ile kendi müktesebatına dahi nadiren uyan Avrupa Birliği nezdinde beklediği neticeye ulaşamayabilir.
Kuşku yok ki, Adada en az İngiliz ve Fransız askerleri derecesinde bulunma hakkı olan Türk askerinin Adadaki mevcudiyetinin çerçevesi ve önemi böylelikle daha iyi de anlaşılabilir. Bu arada Adanın askersizleştirilmesi düşüncesi ise böylelikle doğmadan ölmüş olur.
Fransa söz konusu anlaşmayı daha sonra yalanladı. Fransa, yalanlamasında, anlaşmanın “Güney Kıbrıs'ta Fransız kuvvetlerine hava ve deniz üslerinden yararlanma olanağı sağlayacağı ve ortak askeri tatbikat düzenlenmesi” gibi hususlar içermediğini açıkladı. Yapılan açıklamada, “iki ülkeye mensup askeri personel arasında zaten yapılan bilgi ve deneyim alışverişini resmileştirme amacı taşıdığını ve subayların karşılıklı ziyaretlerini öngördüğü” belirtildi.
Bununla birlikte Rum Fileleftheros Gazetesi’nin, “Flört İttifaka Dönüştü" başlığıyla verdiği bir haberde, “Fransa bölgeye yeniden geliyor ve Kıbrıs'ı güçlü ortak seçiyor” denildi. Ayrıca Rum basınındaki diğer yayınlar da daha sonra da, “anlaşma uyarınca Güney Kıbrıs’ın, Fransa'ya Zigi (Terazi) Deniz Üssü ve Baf'taki Andreas Papandreu Hava Üssü'nü kullanması için kolaylıklar sağlayacağını ve Fransız gemi ve uçaklarının konaklayabilmelerine imkân vereceğini” yazdılar ve tekzip edilmediler.
Türkiye’nin bu konudaki itirazı üç sacayağına oturuyor. Her biri ayrı ayrı çok önemli olan bu itirazlardan birincisi, söz konusu ikili ittifakın uluslar arası anlaşmalara aykırı, yani kanunsuz olduğu...
1960 Anlaşmaları'yla Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'de oluşturulan hassas denge, ilgili ülkelerin garantörlük haklarıyla teminat altına alınmıştı. Bu anlaşma Kıbrıs'la ilgili 1960 Anlaşmaları'nı hiçe sayıyor.
Türkiye’nin itirazlarından ikincisi ise yetki konusu ile ilgili. Çünkü Güney Kıbrıs’ın böyle bir ittifak kurmaya ve anlaşma yapmaya yetkisi yok. Çünkü Rumlar ehil değil. Güney Kıbrıs Adanın bütününe sahip olmadığı gibi, Kıbrıslı Türkleri de temsil etmiyor. Bu durumda Adanın tümü için bu tür tasarruflarda bulunmaya yetkisi yok.
Türkiye’nin itirazlarından en can alıcı olan üçüncüsü ise şöyle;
BM çözüm parametre ve çerçevesine ters düşen bu anlaşma Rumların uzlaşmaz tutumlarını daha da pekiştirecek ve kapsamlı çözüm çabalarına ciddi zarar verir.
Önemli bir arka plan bilgisi ise Türkiye'nin anlaşmayı imzalamaması için Temmuz 2006'da Fransa'yı uyardığı ve anlaşmanın 1960 Anlaşmaları'na aykırı olduğunu, Doğu Akdeniz'deki istikrar ve güvenliğe tehdit teşkil edeceğini ve Türkiye'nin hak ve çıkarlarını yakından ilgilendirdiği mesajının verildiği bilgisi.
Böylelikle Fransa bir üst paragrafta yer alan hususlara rağmen söz konusu ittifakı –bilgilendirildiği halde- kurarak, çok somut bir duruş gösterdi.
Fransa’nın Doğu Akdeniz politikasının bir diğer boyutu olan, Sarkozy’nin “Akdeniz Birliği” fikrine gelince, Fransız-Rum koalisyonunun varlığını gözden kaçırmadan, bu projenin ne olduğuna veyahut nelere yol açabileceğine bakmak gerekiyor. Bunun için bazı parametrelerin doğru bir biçimde tespitinde yarar var.
Birincisi, Akdeniz havzası Avrupa Birliği’ne her yıl büyük oranda yasadışı göç veren bölge. Küresel ısınmanın ve gerek aktif gerekse pasif kriz bölgelerinin önümüzdeki yıllarda, öncesine oranla çok daha büyük göç hareketlerini tetiklemesi bekleniyor.
İkincisi, Akdeniz havzası çok sayıda aktif ve pasif kriz bölgesini barındıran ve periferisinde yine birçok kriz sahasına sahip olan bölge.
Üçüncüsü, geleneksel olarak “Akdeniz’in soluk borusu” olarak tarif edilen Kıbrıs Adası’nın da bulunduğu bölge, Akdeniz’in Cebelitarık haricindeki bütün giriş ve çıkışları “gören”, “duyan” ve onlara yakın olan bir konuma sahip.
Dördüncüsü, Avrupa Birliği’nin komşuluk perspektifi verdiği ülkeler, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı çerçevesinde Avrupa ile başta ticaret ve işbirliği ve demokrasi konularında işbirliği yapıyorlar. Söze konu ortak çalışmalar Avrupa Birliği’nin yanı sıra Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, İsrail, Lübnan, Suriye, Ürdün, Filistin, Güney Kıbrıs ve Malta’nın kuruculuğunda başladı. Son iki ülke 1 Mayıs 2004’te tam üye oldular.

Avrupa-Akdeniz diyalogu, esas olarak şu hedefleri gözetiyor;
Bölgede barış, istikrar ve refahın artırılması. 2010’da Avrupa Birliği ile Akdeniz arasında ortak bir serbest ticaret bölgesi kurulması. Bölgenin Birlik ile siyasi, iktisadi ve sosyal işbirliği. Bölgeye kalkınma yardımı. Bölgede işsizliğin azaltılması. Bölge ülkelerinin Birliğe iktisadi entegrasyonu. Bölge ülkelerinde sivil toplum, açık ve örgütlü toplum, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin tekâmülü kavramlarının hayata geçirilmesi ve bölgenin ortak dış ve savunma politikasına eklemlenmesi.
Avrupa-Akdeniz ilişkilerinin 2010 yılından itibaren daha kurumsal olması gerektiği göz önüne alındığında, hâlihazırda 1995 yılında İspanya’nın Barselona kentinde Avrupa Birliği’nin ve ortak ülkelerin dışişleri bakanlarının Avrupa-Akdeniz Konferansı’nda ve “Barselona Süreci” adı ile başlatılan süreçte, Mart 1995’te kurulan daimi parlamenter kontrol organı olan Avrupa-Akdeniz Parlamenterler Asamblesi’nin, Avrupa Komşuluk Politikası’nın takipçisi olmasının ötesinde, yeni bir yapıya ihtiyaç duyduğu muhakkak.
Böylelikle çok sayıda ticaret ve enerji nakil güzergâhlarına, ayrıca İsrail’e yakın olan bölgenin denetiminin, yeniden düzenlenmesinin ve “Avrupa değerlerinin” bu bölgede yaygınlaştırılmasının sahip olduğu dünya siyasetindeki yüksek işlevselliğinin yanı sıra, Avrupa Birliği açısından da birtakım sorunları çözmek için sihirli bir formül olarak algılanabileceği düşünülebilir.
O nedenle Fransa’nın –daima kendisini Akdeniz’in batmayan uçak gemisi olarak gören ve hedefi Türkiye’nin stratejik önemini üstlenmek olan- Güney Kıbrıs’a desteğinin artışına paralel bir süreçte, Doğu Akdeniz’de Rumların çabası ile petrol arama kavgasından çıkan tansiyonu da bu çerçevede teşhis etmek gerekir.
Güney Kıbrıs bu sürecin devamının doğal bir parçası olarak “münhasır ekonomik bölge” projesine hız verdi. Böylelikle Ocak 2007 itibariyle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Akdeniz’i parsellediler.
Devamında Güney Kıbrıs Doğu Akdeniz'in 12 bölgesinde petrol, doğalgaz araması lisanslama sürecini başlattı. Güney Kıbrıs böylece 12 defa uluslararası ihale açacak, dünyanın ve enerji sektörünün dikkatini bölgeye çekecek ve Türkiye her tepkisinde “bölgesel ve küresel süreçlerle uyumlu olmayan ülke” olarak lanse edilecek. Rumlar Mısır ve Lübnan'ı da yanına alarak Doğu Akdeniz'deki uluslararası sularda petrol aranması için düğmeye bastı. Rum hükümeti böylelikle Rodos’tan Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Lübnan’a, Lübnan’dan Mısır’a ve Mısır’dan tekrar Rodos’a kadar uzanan geniş alanın tek hakimi olmayı hedefliyor. Bu alan aynı zamanda kısmen de olsa Türkiye’nin sahip olduğu münhasır ekonomik bölge ile de çakışıyor.
Bundan başka Türkiye, Ege’deki Yunan taleplerinin yanı sıra, Akdeniz’de de Rodos- Baf- Larnaka- Port Said- İskenderiye- Rodos veya başka bir deyişle Yunanistan-Kıbrıs-Mısır-Lübnan hattının, Doğu Akdeniz’in neredeyse dörtte üçünü kapsayan bu alanın kuzeyinde, Rodos-KKTC-Mersin çizgisine hapsedilecek.
Söz konusu projelerin iktisadi değeri ve gerekçesi şüphesiz ikinci derecede önemli.
Avrupa Birliği’nin yılsonu zirvesi yaklaşırken, petrol konusu -hükümranlık haklarının piyasa dengeleri ile bütünleşmesi suretiyle- Türkiye ile Güney Kıbrıs arasında fazlasıyla duyarlı olan ilişkileri büsbütün geriyor. Güney Kıbrıs –sürpriz olmayan bir biçimde- Ankara’nın tutumunun Avrupa Komisyonu’nun ilerleme raporunda detaylı ve açık bir şekilde yer almasını isteyecek. Nitekim Güney Kıbrıs Dışişleri Bakanı Erato Markulli de Ankara'ya davranışının AB üyelik sürecini etkileyeceği uyarısında da bulundu.
Böylece Ankara “sorun üreten”, “egemenlik haklarına saygı göstermeyen”, “piyasaları rahatsız eden” ülke durumuna düşürülmeye çalışılırken, Avrupa Birliği de Papadopulos’un siyasi hırslarına esir olan iradesi ile Güney Kıbrıs’ın yanında yer alacak. Tam bu noktada, Sarkozy’nin, Mayıs 2007’de yaptığı açıklamaya değinmek gerekiyor; “Avrupa ve Afrika arasında bir köprü oluşturacak olan Akdeniz Birliği’ni inşa etmemizin vakti geldi”.
Sarkozy gibi Avrupa Birliği de bazı kesin hükümlere sahip. Her şeyden önce Kıbrıs sorununun Avrupa Birliği’nin çıkarlarına uygun bir biçimde çözülmesi gerekiyor. Ayrıca bunun bedeli asla Türkiye ile ilişkilerin daha da kötüye gitmesi olmamalı. Bundan başka Avrupa Birliği Doğu Akdeniz’de muhakkak daha güçlü ve etkin olmak istiyor. Tıpkı Roma İmparatorluğu gibi.
O nedenle, Sarkozy’nin mayıs 2007’deki açıklamasındaki, Paris’in Türkiye’ye verdiği mesajı Kennedy’nin kelimeleri ile aktarırsak, şöyle demek mümkün;
“Ya bir yol bulun ya yol verin ya da yoldan çekilin”.
Paris’in “Akdeniz Birliği” projesinin, halen gündemde olan ve Almanya’nın ortaya attığı “İmtiyazlı Ortaklık” projesinin yeni jenerasyonu ve onun tamamlayıcısı olduğu düşünülebilir.
Türkiye’ye şu mesaj veriliyor;
“Eğer saldırgan, uzlaşmaz, çözüme karşıt, uluslararası, ikili ve bölgesel işbirliğini önleyen ve uluslararası şirketlerin çıkarlarını zedeleyen, komşularının hükümranlığını ret eden ülke olarak, damgalanmak istemiyorsan, ya bir yol bul ya yol ver ya da yoldan çekil.”
Elbette Avrupa Birliği’nin değerleri ve kendisine has diplomasi anlayışı ile bu durum, bu kelimeler ile değil de, “yarısı işgal altındaki zavallı Kıbrıs'ın münhasır ekonomik bölgesinde, olası hidrokarbon yataklarının araştırılması ve çıkarılması yönündeki yasal haklarına karşı bulunduğu tehdit ve eylemlerinin, Ankara'nın AB üyelik süreci üzerinde çok ciddi etkileri olacağı” şekilde telaffuz ediliyor...
Burada küçük bir parantez açarak, bir detayı vurgulamak gerekir; dünyada hiçbir ülkede veya bölgede sermaye aktif veya pasif kriz bölgelerinde etkinlik yürüterek risk üstlenmez.
Türk hava ve deniz limanlarının Rumlara açılması yönündeki baskının yerini bu konuya bırakacağı veyahut her ikisinin bütünleşerek ve müzakere sürecinde fasılların açılması ve kapanması konusunda yeni baskı unsuru haline getirilerek, gerçekte bir müzakere argümanı ve enstrümanı olarak kullanılacağı düşünülebilir.
Tassos Papadopulos’un, eylül ayında, BM Genel Kurulu için New York’a gidecek ve Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli de aynı ay içerisinde Brüksel’i ve dönem başkanı Portekiz’i ziyaret edecek. Papadopulos’un New York temasları çerçevesinde BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş ülkenin temsilcileri ve diğer ülke liderleriyle de bir araya gelmesi mümkün.
Kısa zamanda Türkiye-Avrupa Birliği krizi haline gelecek bu gelişmenin, bir süre sonra Avrupa-Akdeniz İşbirliği Süreci kapsamında, Türkiye’yi de kapsayan bir biçimde “tatlıya” bağlanması mümkün. Elbette böyle bir “çözümün” Türkiye açısından ne kadar “tatlı” olacağı ayrı bir konu.
Eğer Türkiye, şu aşamada veya daha sonra Güney Kıbrıs’ın uluslararası hukuka aykırı biçimde ilan ettiği münhasır ekonomik bölgesini resmen veya zımnen kabul ederse, kendi karasularında ve münhasır ekonomik bölgesinde hükümranlığını tartışmaya açar. Başka bir deyişle, Doğu Akdeniz’de olanlara ve olacaklara onay vermek, “ulusal çıkarlardan değil, ulusal varlıktan taviz vermek” anlamını taşır. Görünen o ki, Fransa’nın büyük emek vererek bugüne ulaştırdığı süreç, aynı zamanda Türkiye’nin itirazını da kapsıyor.
Her durumda Tassos Papadopulos’un bu süreçten karlı çıkacağı söylenebilir. Şubat 2008’de seçim için sandık başına gidecek olan Rum seçmenlerin, artacak ve artırılacak heyecan ve pompalanacak milliyetçilik ile Papadopulos’u tercih etmeleri akla yatkın bir olasılık.
Elbette Papadopulos’un Güney Kıbrıs için sarf ettiği “batmayan uçak gemisi” sözünün gerçekliğinin de tartıya çıkacağı bu sürecin devamı, Doğu Akdeniz’in kıyametine dahi varabilir. Prof. Mümtaz Soysal dışişleri bakanlığı yaptığı dönemde, Yunanistan’ın Ege’de sınırlarını 12 mile çıkarma çabası gündeme geldiğinde, bu durumun Ege’de kıyamete yol açacağını ve kıyametin bütün kutsal kitaplarda aynı şekilde tarif edildiğini söylemişti. Soysal ayrıca bunun bir daha kimsenin Ege’den balık yiyememesi anlamına geleceğini de ifade etmişti.
Teknik olarak Türkiye açısından Ege ile Doğu Akdeniz’in birbirinden farklı olduğunu düşünmek mümkün değil.
Bu arada, Sarkozy’nin bu zeki ve kapsamlı hamlesinin başkaca projelere de ilham kaynağı olduğunu görmek mümkün. Türkiye’ye Akdeniz’de Birlik üyesi olmayan ülkelerin liderliğini veren ve bu sayede hem Kıbrıs sorununu çözüp hem de Türkiye dosyasını kapatmayı hedefleyen projenin bir benzeri Avusturya basınında yer aldı. Avusturya’da yayınlanan Die Presse Gazetesi’ne göre, Avrupa Birliği Orta Asya’ya yoğunlaşmalı ve bir dostluk çemberi oluşturmalı. Bu; Ukrayna, Moldavya, Türkiye, Güney Kafkasya ülkeleri (Gürcistan ve Azerbaycan gibi) ve Hazar Denizi çevresindeki Orta Asya ülkelerini içine alacak bir nevi genişletilmiş bir ‘Karadeniz Birliği’ şeklinde olmalı.
Gazete bu, yeni siyasi eksenin kurulmasını “enerji temininin güvence altına alınması” ihtiyacına ve Avusturyalı milletvekili ve dış politika uzmanı Hannes Swoboda’nın görüşlerine dayandırıyor.
Bölgede barış, istikrar ve refahın artırılması. 2010’da Avrupa Birliği ile Akdeniz arasında ortak bir serbest ticaret bölgesi kurulması. Bölgenin Birlik ile siyasi, iktisadi ve sosyal işbirliği. Bölgeye kalkınma yardımı. Bölgede işsizliğin azaltılması. Bölge ülkelerinin Birliğe iktisadi entegrasyonu. Bölge ülkelerinde sivil toplum, açık ve örgütlü toplum, hukukun üstünlüğü ve demokrasinin tekâmülü kavramlarının hayata geçirilmesi ve bölgenin ortak dış ve savunma politikasına eklemlenmesi.
Avrupa-Akdeniz ilişkilerinin 2010 yılından itibaren daha kurumsal olması gerektiği göz önüne alındığında, hâlihazırda 1995 yılında İspanya’nın Barselona kentinde Avrupa Birliği’nin ve ortak ülkelerin dışişleri bakanlarının Avrupa-Akdeniz Konferansı’nda ve “Barselona Süreci” adı ile başlatılan süreçte, Mart 1995’te kurulan daimi parlamenter kontrol organı olan Avrupa-Akdeniz Parlamenterler Asamblesi’nin, Avrupa Komşuluk Politikası’nın takipçisi olmasının ötesinde, yeni bir yapıya ihtiyaç duyduğu muhakkak.
Böylelikle çok sayıda ticaret ve enerji nakil güzergâhlarına, ayrıca İsrail’e yakın olan bölgenin denetiminin, yeniden düzenlenmesinin ve “Avrupa değerlerinin” bu bölgede yaygınlaştırılmasının sahip olduğu dünya siyasetindeki yüksek işlevselliğinin yanı sıra, Avrupa Birliği açısından da birtakım sorunları çözmek için sihirli bir formül olarak algılanabileceği düşünülebilir.
O nedenle Fransa’nın –daima kendisini Akdeniz’in batmayan uçak gemisi olarak gören ve hedefi Türkiye’nin stratejik önemini üstlenmek olan- Güney Kıbrıs’a desteğinin artışına paralel bir süreçte, Doğu Akdeniz’de Rumların çabası ile petrol arama kavgasından çıkan tansiyonu da bu çerçevede teşhis etmek gerekir.
Güney Kıbrıs bu sürecin devamının doğal bir parçası olarak “münhasır ekonomik bölge” projesine hız verdi. Böylelikle Ocak 2007 itibariyle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Akdeniz’i parsellediler.
Devamında Güney Kıbrıs Doğu Akdeniz'in 12 bölgesinde petrol, doğalgaz araması lisanslama sürecini başlattı. Güney Kıbrıs böylece 12 defa uluslararası ihale açacak, dünyanın ve enerji sektörünün dikkatini bölgeye çekecek ve Türkiye her tepkisinde “bölgesel ve küresel süreçlerle uyumlu olmayan ülke” olarak lanse edilecek. Rumlar Mısır ve Lübnan'ı da yanına alarak Doğu Akdeniz'deki uluslararası sularda petrol aranması için düğmeye bastı. Rum hükümeti böylelikle Rodos’tan Kıbrıs’a, Kıbrıs’tan Lübnan’a, Lübnan’dan Mısır’a ve Mısır’dan tekrar Rodos’a kadar uzanan geniş alanın tek hakimi olmayı hedefliyor. Bu alan aynı zamanda kısmen de olsa Türkiye’nin sahip olduğu münhasır ekonomik bölge ile de çakışıyor.
Bundan başka Türkiye, Ege’deki Yunan taleplerinin yanı sıra, Akdeniz’de de Rodos- Baf- Larnaka- Port Said- İskenderiye- Rodos veya başka bir deyişle Yunanistan-Kıbrıs-Mısır-Lübnan hattının, Doğu Akdeniz’in neredeyse dörtte üçünü kapsayan bu alanın kuzeyinde, Rodos-KKTC-Mersin çizgisine hapsedilecek.
Söz konusu projelerin iktisadi değeri ve gerekçesi şüphesiz ikinci derecede önemli.
Avrupa Birliği’nin yılsonu zirvesi yaklaşırken, petrol konusu -hükümranlık haklarının piyasa dengeleri ile bütünleşmesi suretiyle- Türkiye ile Güney Kıbrıs arasında fazlasıyla duyarlı olan ilişkileri büsbütün geriyor. Güney Kıbrıs –sürpriz olmayan bir biçimde- Ankara’nın tutumunun Avrupa Komisyonu’nun ilerleme raporunda detaylı ve açık bir şekilde yer almasını isteyecek. Nitekim Güney Kıbrıs Dışişleri Bakanı Erato Markulli de Ankara'ya davranışının AB üyelik sürecini etkileyeceği uyarısında da bulundu.
Böylece Ankara “sorun üreten”, “egemenlik haklarına saygı göstermeyen”, “piyasaları rahatsız eden” ülke durumuna düşürülmeye çalışılırken, Avrupa Birliği de Papadopulos’un siyasi hırslarına esir olan iradesi ile Güney Kıbrıs’ın yanında yer alacak. Tam bu noktada, Sarkozy’nin, Mayıs 2007’de yaptığı açıklamaya değinmek gerekiyor; “Avrupa ve Afrika arasında bir köprü oluşturacak olan Akdeniz Birliği’ni inşa etmemizin vakti geldi”.
Sarkozy gibi Avrupa Birliği de bazı kesin hükümlere sahip. Her şeyden önce Kıbrıs sorununun Avrupa Birliği’nin çıkarlarına uygun bir biçimde çözülmesi gerekiyor. Ayrıca bunun bedeli asla Türkiye ile ilişkilerin daha da kötüye gitmesi olmamalı. Bundan başka Avrupa Birliği Doğu Akdeniz’de muhakkak daha güçlü ve etkin olmak istiyor. Tıpkı Roma İmparatorluğu gibi.
O nedenle, Sarkozy’nin mayıs 2007’deki açıklamasındaki, Paris’in Türkiye’ye verdiği mesajı Kennedy’nin kelimeleri ile aktarırsak, şöyle demek mümkün;
“Ya bir yol bulun ya yol verin ya da yoldan çekilin”.
Paris’in “Akdeniz Birliği” projesinin, halen gündemde olan ve Almanya’nın ortaya attığı “İmtiyazlı Ortaklık” projesinin yeni jenerasyonu ve onun tamamlayıcısı olduğu düşünülebilir.
Türkiye’ye şu mesaj veriliyor;
“Eğer saldırgan, uzlaşmaz, çözüme karşıt, uluslararası, ikili ve bölgesel işbirliğini önleyen ve uluslararası şirketlerin çıkarlarını zedeleyen, komşularının hükümranlığını ret eden ülke olarak, damgalanmak istemiyorsan, ya bir yol bul ya yol ver ya da yoldan çekil.”
Elbette Avrupa Birliği’nin değerleri ve kendisine has diplomasi anlayışı ile bu durum, bu kelimeler ile değil de, “yarısı işgal altındaki zavallı Kıbrıs'ın münhasır ekonomik bölgesinde, olası hidrokarbon yataklarının araştırılması ve çıkarılması yönündeki yasal haklarına karşı bulunduğu tehdit ve eylemlerinin, Ankara'nın AB üyelik süreci üzerinde çok ciddi etkileri olacağı” şekilde telaffuz ediliyor...
Burada küçük bir parantez açarak, bir detayı vurgulamak gerekir; dünyada hiçbir ülkede veya bölgede sermaye aktif veya pasif kriz bölgelerinde etkinlik yürüterek risk üstlenmez.
Türk hava ve deniz limanlarının Rumlara açılması yönündeki baskının yerini bu konuya bırakacağı veyahut her ikisinin bütünleşerek ve müzakere sürecinde fasılların açılması ve kapanması konusunda yeni baskı unsuru haline getirilerek, gerçekte bir müzakere argümanı ve enstrümanı olarak kullanılacağı düşünülebilir.
Tassos Papadopulos’un, eylül ayında, BM Genel Kurulu için New York’a gidecek ve Dışişleri Bakanı Erato Kozaku Markulli de aynı ay içerisinde Brüksel’i ve dönem başkanı Portekiz’i ziyaret edecek. Papadopulos’un New York temasları çerçevesinde BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş ülkenin temsilcileri ve diğer ülke liderleriyle de bir araya gelmesi mümkün.
Kısa zamanda Türkiye-Avrupa Birliği krizi haline gelecek bu gelişmenin, bir süre sonra Avrupa-Akdeniz İşbirliği Süreci kapsamında, Türkiye’yi de kapsayan bir biçimde “tatlıya” bağlanması mümkün. Elbette böyle bir “çözümün” Türkiye açısından ne kadar “tatlı” olacağı ayrı bir konu.
Eğer Türkiye, şu aşamada veya daha sonra Güney Kıbrıs’ın uluslararası hukuka aykırı biçimde ilan ettiği münhasır ekonomik bölgesini resmen veya zımnen kabul ederse, kendi karasularında ve münhasır ekonomik bölgesinde hükümranlığını tartışmaya açar. Başka bir deyişle, Doğu Akdeniz’de olanlara ve olacaklara onay vermek, “ulusal çıkarlardan değil, ulusal varlıktan taviz vermek” anlamını taşır. Görünen o ki, Fransa’nın büyük emek vererek bugüne ulaştırdığı süreç, aynı zamanda Türkiye’nin itirazını da kapsıyor.
Her durumda Tassos Papadopulos’un bu süreçten karlı çıkacağı söylenebilir. Şubat 2008’de seçim için sandık başına gidecek olan Rum seçmenlerin, artacak ve artırılacak heyecan ve pompalanacak milliyetçilik ile Papadopulos’u tercih etmeleri akla yatkın bir olasılık.
Elbette Papadopulos’un Güney Kıbrıs için sarf ettiği “batmayan uçak gemisi” sözünün gerçekliğinin de tartıya çıkacağı bu sürecin devamı, Doğu Akdeniz’in kıyametine dahi varabilir. Prof. Mümtaz Soysal dışişleri bakanlığı yaptığı dönemde, Yunanistan’ın Ege’de sınırlarını 12 mile çıkarma çabası gündeme geldiğinde, bu durumun Ege’de kıyamete yol açacağını ve kıyametin bütün kutsal kitaplarda aynı şekilde tarif edildiğini söylemişti. Soysal ayrıca bunun bir daha kimsenin Ege’den balık yiyememesi anlamına geleceğini de ifade etmişti.
Teknik olarak Türkiye açısından Ege ile Doğu Akdeniz’in birbirinden farklı olduğunu düşünmek mümkün değil.
Bu arada, Sarkozy’nin bu zeki ve kapsamlı hamlesinin başkaca projelere de ilham kaynağı olduğunu görmek mümkün. Türkiye’ye Akdeniz’de Birlik üyesi olmayan ülkelerin liderliğini veren ve bu sayede hem Kıbrıs sorununu çözüp hem de Türkiye dosyasını kapatmayı hedefleyen projenin bir benzeri Avusturya basınında yer aldı. Avusturya’da yayınlanan Die Presse Gazetesi’ne göre, Avrupa Birliği Orta Asya’ya yoğunlaşmalı ve bir dostluk çemberi oluşturmalı. Bu; Ukrayna, Moldavya, Türkiye, Güney Kafkasya ülkeleri (Gürcistan ve Azerbaycan gibi) ve Hazar Denizi çevresindeki Orta Asya ülkelerini içine alacak bir nevi genişletilmiş bir ‘Karadeniz Birliği’ şeklinde olmalı.
Gazete bu, yeni siyasi eksenin kurulmasını “enerji temininin güvence altına alınması” ihtiyacına ve Avusturyalı milletvekili ve dış politika uzmanı Hannes Swoboda’nın görüşlerine dayandırıyor.
Kaynak:Diplomatik Gözlem


0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.