21. yüzyılın içinde bulunduğumuz ilk yıllarındaki bu iki modeli Irak ile Türkiye'deki siyasi gelişmeleri göz önüne alarak karşılaştırabiliriz. Ne var ki, bu iki ülkedeki gelişmelerin ve politik yapının bazı açılardan radikal farklılıklara neden olduğu da aşikârdır. Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak komşularına karşı başarısız savaşlara kalkışan, toplum olarak 1990 ile 2003 arasında cezai yaptırımlara muhatap olan ve nihayet toprakları Amerika'nın başı çektiği uluslararası güçler tarafından işgal edilen zalim bir diktatörlüktü. Cumhuriyet'in kurulduğu 1923'ten bu yana seçilmiş siyasi liderlere sahip olan Türkiye ise, periyodik askerî darbeler rahat vermese de, anayasal hükümet sistemine bağlıdır. Bu nedenle de, Türk demokrasisinin kalitesi 'derin devlet' olarak adlandırılan ilişkiler ve Atatürk'ün Türk Devleti anlayışını koruma görevi olduğunu iddia eden Türk Silahlı Kuvvetleri'nin müdahaleleri ile dinî hassasiyeti olanlara, azınlıklara ve siyasi muhaliflere yönelik ciddi insan hakları ihlalleri nedeniyle ciddi olarak zedelenmiştir.
Derin tarihî ve etnik farklılıkları dikkate almasak bile, bu tür dramatik farklılıklara sahip olan iki ülkeyi demokratikleşmeye giden yolda farklı tarzlarıyla mukayese edilebilecek modeller olarak elverişli kılan şey nedir? Bu sorunun kısa cevabı, bu iki ülkenin durumu 'empoze demokrasi'nin problemli karakteri ile bunun tersi olan 'kendiliğinden demokrasi' veya daha doğru bir ifadeyle kendi içinden demokratikleşmenin ümit vaat eden potansiyelini en canlı bir şekilde sergiliyor olmalarıdır. Bu ayrılıklar çok önemli temel bir farklılığın altını çizmek açısından önemlidir, ne var ki bu iki kavram arasındaki farklılık her zaman kesin ve belirgin değildir.
Bu açıdan bakıldığında, Irak'ta çoğunluk olmasa da bir grup, Amerikan yönetimi altındaki işgalin içeriği konusunda derin farklılıklara ve genel olarak işgale karşı tutumlarına rağmen, Amerika'nın liderliğindeki bir müdahale sonucunda Saddam Hüseyin yönetimindeki diktatörlük rejiminin sona ermesini olumlu karşılamıştır. Yani, ülke içinde demokratikleşme ihtiyacı mevcuttu. Bu unsurlar Irak'ta bir rejim değişikliğine ve 2005'te Irak hükümetinin seçilmesine destek verdiler. Seçim süreci Amerikan işgal güçleri tarafından idare edilmiş olsa da Irak'taki (Sünni azınlık dışında) pek çok kişi tarafından vatandaşların serbest ve adil seçimler vasıtasıyla siyasi liderlerini seçmeleri için temel haklarını kullanmaları konusunda gerçek bir istek sergilendi. Fakat istilanın ardından gelen çirkin bir işgal, aynı zamanda paralel güçler olarak ulusal direniş ve iç mezhep çatışmalarının önünü açarak Irak'ta sergilenen yerli demokratik eğilimleri ciddi bir biçimde zedeledi. Irak'taki Amerikan askerinin varlığı Arap dünyasında faal olan el-Kaide'yi bir mıknatıs gibi çekti. İhtimal ki, ancak bir spekülasyon da olsa, şayet işgal daha insani bir tarzda ve etkin bir şekilde idare edilse ve Irak'ın kendi geleceğini belirleme dinamiklerine daha büyük bir ihtimam gösterilmiş olsaydı bu anti demokratik tepkiden sakınılabilir veya en azından asgariye indirilebilirdi. Ne var ki, Washington'da itibari olmakla birlikte, ülkede siyasi temeli bulunmayan ve sürgünde yaşayan bir Iraklı olan Ahmet Chalabi'nin hükümete getirilmesi fikri bir Amerikan fantezisinden başka bir şey değildi ve bunu hayata geçirmek için alelacele bir teşebbüste bulunulduğunda, maliyeti çok yüksek oldu.
Demokrasinin askerî usullerle teşviki
Türkiye'deki durum ise çok farklı. 2002 ile 2007 arasındaki dönemde Avrupa Birliği üyeliği için gerekli şartları yerine getirmek amacıyla Ankara'nın gerçekleştirdiği demokratik reformlar dikkate alındığında, demokratikleşmenin harici unsurlarının mevcut olduğunu görmekteyiz. Bununla birlikte, AB'nin etkisinin her zaman ikna edici olduğunu ve asla zorlayıcı olmadığını, Türkiye'nin intibakı konusundaki AB baskılarının her aşamada tamamen gönüllü olduğunu da belirtmek gerekir. Hatta AKP yönetiminin reformlar konusunda AB'nin baskılarını, özellikle yönetimin sivilleşmesi ve askerlerin siyasi rolüne bazı sınırlar konması gibi konuları, Türkiye'de doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin imtiyazlı pozisyonuna karşı çıkıyormuş görüntüsü de vermeksizin abartmış olmaları bile söz konusu olabilir.
11 Eylül saldırılarına tepki olarak Amerika'nın bütün dünyada, fakat özellikle Ortadoğu'da demokrasiyi zorla teşvik etme çabaları, Amerika'nın terör karşıtı politikasının köşe taşı olan yöneticileri tarafından dile getirildi. Bu politika, kavramsal olarak en iyi ifadesini Başkan Bush'un dış politikasının şekillenmesinde oldukça etkili olan iki neo-konservatif Richard Perle ile David Frum tarafından kaleme alınan "Şeytan'ın Sonu: Teröre Karşı Savaş Nasıl Kazanılır" (An End to Evil: How to Win the War Against Terror; 2003) adlı bir kitapta buldu. Bush ve 11 Eylül öncesinde, Bill Clinton'ın döneminde Soğuk Savaş sonrası demokrasinin neo-liberal globalleşmenin ideolojisi olarak desteklendiği kesinlikle doğrudur, fakat o bunu devletlerin bağımsız ve özgür iradelerine karşı çıkmadan ve Ortadoğu'da Amerikan hâkimiyetinin sağlanmasına yönelik büyük bir stratejiye yönelmeden yapmıştı. Clinton'dan önce de bölgede Amerikan yönetiminin 1953'te demokratik bir şekilde seçilen Musaddık'ın devrilmesine kadar geriye giden ve uluslararası hukuka uygun olup olmadığına bakılmaksızın İsrail'in dış politikasının tek taraflı olarak desteklenmesini amaçlayan pek çok kuşkulu hareketi olmuştu. Bush'un yaklaşımını farklı kılan şey, bölgede demokrasinin teşvikini askerî usullerle gerçekleştirmeye kalkması, fütursuzca, ancak açıkça belirtilmeyen petrol, nükleer silahların yayılmasını engelleme ve askerî üsler gibi jeopolitik emellerine ulaşmaya çalışmasıdır. 2003'te Irak'ın herhangi bir tahrik olmadan işgal edilmesi nedeniyle dünya genelinde şüphe ve muhalefetin artmasına sebep olan şey, işte bu ifşa edilmemiş hedeflerdir. Bu emeller o derece yaygın bir hal almıştır ki, son yıllardaki güvenilir kamuoyu yoklamalarında George W. Bush'un Ortadoğu'da Usame b. Ladin'den daha az popüler olduğu veya Avrupa'da ve diğer ülkelerde Amerika'dan el-Kaide'ye nispetle daha çok korkulduğu gibi şaşırtıcı sonuçlar kaydedilmektedir.
Soyut olarak bakıldığında, Amerikan liderleri tarafından desteklenen fikirler hakkında itiraz edilebilir herhangi bir şey yoktur. Öyle ki, 2004'te yeniden seçildiğinde yaptığı İkinci Açılış Konuşması'nda Başkan Bush demokratikleşme temasını sanki tamamen stratejik milli çıkarlardan arınmış, Amerikan idealizminin bir ifadesi olarak göstermiştir. 11 Eylül sonrasının dünyasını anlatarak şunları söylemişti: "Amerika'nın hayati çıkarları ve bizim en derin inancımız artık tektir. Kuruluş günümüzden bu yana, yeryüzündeki her kadın ve erkeğin, cennetin ve dünyanın yaratıcısının suretini taşıdığı için haklarının ve saygınlığının olduğunu, benzersiz bir değerinin bulunduğunu ilan ettik." Buradan Bush şu sonucu çıkarmıştı: "Her ulus ve kültürde demokratik hareket ve kurumların gelişmesine çalışmak ve desteklemek Birleşik Devletler'in politikasıdır, ta ki dünyamızdaki zorba yönetimleri sona erdirme hedefine ulaşıncaya kadar." Konuşmasının devamında daha da ileri giderek ulusal bağımsızlık ve egemenlik hakkı konusunda güvence veren sözler de söylemişti: "Bu aslında silahların yapacağı iş değildir, yine de gerektiği zaman kendimizi ve dostlarımızı silah gücüyle de savunacağız. Özgürlük, tabiat itibarıyla tercih edilmelidir... Ve ne zaman bir ulusun ruhu dile geldiğinde, ortaya çıkan kurumlar bizim kurumlarımızdan farklı örf ve gelenekleri yansıtabilir. Amerika bize has olan yönetim biçimini istemeyenlere bunu empoze etmeyecektir. Bizim amacımız, diğerlerinin kendi seslerini bulmalarına, kendi özgürlüklerini kazanmalarına ve kendi yollarını tayin etmelerine yardımcı olmaktır."
ABD'ye uyumlu demokrasiler
Benzer bir bakış açısı bölgesel düzeyde ifadesini daha açık bir şekliyle Haziran 2005'te Amerikan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından Kahire'de yapılan bir konuşmada ortaya konmuştu. Rice, sıkça alıntı yapılan konuşmasının metninde şöyle demişti: "Altmış yıldan bu yana, benim ülkem, Amerika Birleşik Devletleri bu bölgede, Ortadoğu'da demokrasiye rağmen istikrar peşinde koştu ve ikisini de sağlayamadık. Şimdi ise farklı bir istikameti takip edeceğiz. Ortadoğu halkının demokratikleşme arzusunu destekliyoruz." Vurgusu bölgesel olsa da, ifade edilen vizyon evrenseldi: "Bizler bütün hükümetlerin vatandaşlarının isteklerine saygı duyduğu bir gelecek beklemeliyiz -zira demokrasi ideali evrenseldir." Bush ve Rice tarafından söylenmeyen, fakat önerilen ve uğrunda hareket edilen hayati olan şey, demokratikleşme için verilecek desteğin Amerika'nın stratejik hedefleri ile uyumlu olması şartına bağlı olduğuydu. Bu stratejik hedefler yeterince güçlü olduğunda, Irak'ta olduğu gibi ulusal egemenliğe saygı askerî müdahale ile ayaklar altına alınabilirdi. Ne var ki, oldukça saygın bir uluslararası gözlemci heyetinin tamamen hür bir ortamda yapıldığını ilan ettiği 2006 seçiminde Hamas'ın müthiş zaferi karşısında Washington'un tepkisi, soyut demokrasi şampiyonluğu ile gerçek bir demokrasi hareketinin sonuçlarını kabullenmeme konusundaki çelişkiyi daha açık bir şekilde gösteremezdi. Bu tür diplomatik manevralar yanıltıcı ve tehlikelidir. Başarısızlığa mütemayildir, zira askerî üstünlüğün, onu arzu etmeyen bir topluma politik çözümleri kabul ettirmek için kullanılması o gücü fazlasıyla mübalağa etmektir. Amerika Birleşik Devletleri bu dersi onlarca yıl önce Vietnam'da öğrenmiş olmalıydı. Savaş alanındaki mutlak hâkimiyetine rağmen Amerikan tarzı demokrasi, özellikle de dışarıdan empoze bir demokrasi yerine kendi geleceğini belirlemeyi isteyen Vietnam halkının çabucak toparlanan milliyetçiliği nedeniyle maliyetli bir mağlubiyete yol açılmıştı. Ortadoğu'da ve diğer Üçüncü Dünya ülkelerinde, sömürge yönetiminin hatıralarından kaynaklanan tarihî şartların derin bir şekilde kökleştirdiği yabancılara karşı güvensizlik mevcuttur. Bu güvensizlik askerî müdahale ile bir halkı baskıcı yönetimden kurtarma şeklindeki insani bir çabaya giriştiklerini iddia ettiklerinde daha da artar. Hemen hemen her ülke, içten ve gerçek demokratik bir görüşe sahip olanlar da dâhil, vatandaşlarının kanının dökülmesi veya kendi ülkelerinin çıkarlarına yönelik güçlü bir tehdit olmaksızın temel kaynaklarının sarf edilmesi konusunda aşırı derecede isteksiz olan 'realistler' tarafından yönetilir. Sömürgecilik sonrası dönemdeki pek çok ülke, milliyetçiliğin iç siyasi gücü nedeniyle son derece üstün bir işgalci güce karşı bile karşı gelebilecek düzeydedir. Şüphesiz işgalci bir gücün büyük zarara, kitlesel katliamlara ve yıkımlara, devasa göçmen akımlarına sebep olacağında kuşku yoktur; fakat demokrasi şöyle dursun, işgalci gücün istikrarlı bir hükümet için gerekli şartları bile oluşturması mümkün değildir. İşte Irak bu durum için bir örnek teşkil etmektedir ve demokrasinin dışarıdan askerî yollarla teşvik edilmesinin, kesin ve trajik şekilde hatalı bir siyasi proje olduğunun bir ispatıdır.
Son birkaç yıl boyunca Türkiye'nin demokratikleşmesinde benimsenen yaklaşım ise buna tam bir tezat oluşturuyor. Yukarıda da belirtildiği gibi, Türk hükümetinin başlattığı reformlar, kesinlikle kısmen harici amaçlarla motive edilmiş olmakla birlikte, sokaktaki insanlar arasında da kabul gördü. Zira yapılanların tamamıyla iç güçler tarafından yönlendirildiği ve ülkenin menfaatine uygun olduğu yönünde algılandı. Şüphesiz hassas konularda aşırı zorlama yapmama şeklindeki pragmatik tarzları, güçlü özel sektör kapitalizmini teşvik etmedeki dikkate değer başarıları, (Kürtlerin hakları, Kıbrıs meselesi gibi) uzun zamandan bu yana içten içe yanmaya devam eden problemlerin çözümü konusundaki yaklaşımları AKP yönetiminin başarıları arasında. Bunun yanında, ülke genelindeki sıradan Türk vatandaşları ile güçlü dostlukları ve muhtemelen en önemlisi bölgede bağımsız ve yaratıcı bir dış politika izlemek suretiyle bağımsız bir devlet olarak Türkiye'nin potansiyelini tam anlamıyla gerçekleştirme kararlılıkları AKP yönetiminin kredibilitesini artırdı.
Türk demokrasisinin kökleşmesi açısından bakıldığında, başlarını örten dindar kadınları, etnik ve dinÎ azınlıkları, fakirleri ve ülkenin Doğu vilayetlerinde yaşayanları vatandaşlık haklarından daha iyi istifade eder hale getirmek, ülkenin tamamı için insan haklarının korunma düzeyini genel olarak iyileştirmek gerekmektedir.
Bu tür bir demokratikleşme programı, onlarca yıldan bu yana ülkeyi laiklik adı altında uygulamada sıkıcı ve anti-demokratik bir tarzda yönetmiş olanları gücendirse de, 22 Temmuz seçimlerinin de gösterdiği gibi, ezici bir çoğunluk tarafından aşırı derecede kabul görmüştür. Abdullah Gül'ün, ordunun ve CHP'nin kararlı muhalefetine rağmen cumhurbaşkanlığına seçilmesi, bu sürecin sembolik bir zirvesidir. Bu siyasi gelişmeler ne laikliğin ölümü ne de siyasal İslâm'ın yükselişi olarak anlaşılmamalıdır. Aksine, bu gelişmeler, cumhuriyetin Kemal Atatürk tarafından tayin edilmiş olan prensiplerine karşı tam bir saygıyı muhafaza ederken toplumun tamamına ulaşan daha kapsayıcı bir laikliğin ümit verici zaferini temsil eder.
Türkiye'de demokrasiyi kökleştirme ve yaygınlaştırmaya yönelik bu hareketler engellerle karşılaşmaya devam ediyor. Eski seçkinci laikliğin taraftarları Türk devletinin kontrolünü yeniden ele geçirme mücadelelerinden ve gücü ellerinde tutmak için demokratik prensipleri kurban etmeye hazır olduklarını gösteren en aşırı görüşleri dile getirmekten vazgeçmiş değiller. Türk Silahlı Kuvvetleri de etkili bir güç olmaya devam ediyor. Daha önce, Nisan 2007'de hükümete karşı darbe yapma tehdidinde bulunmuş ve temmuz seçimlerinin akabinde de uyarılar yayınlamışlardı. Aynı şekilde, Türk ordusunun Kuzey Irak'taki PKK'ya yönelik muhtelif sınır ötesi operasyonlar yaparak kendi otonomisini yeniden elde etmesi gibi başka tehlikeler de mevcuttur. Halen geniş Kürt azınlığı ile bir uzlaşma sağlanabilmiş değil ve kolay kolay da sağlanamayacak. Fakir ve işsizlerin durumlarında iyileşmenin sağlanması da büyük oranda çözülemeyen bir mesele olarak duruyor. Türkiye'nin Ermenilerin şikâyetlerine karşılık vermeyi reddetmeye devam etmesinden kaynaklanan propaganda hükümetin uluslararası şöhretine zarar veriyor ve yakın bir zamanda değişmesi ihtimali yok. Kıbrıs'ın geleceği ile ilgili ihtilafın çözülmeyişi Türkiye tarafının bir kabahati gibi duruyor ve bu, Türkiye'nin Kıbrıs'la ilgili BM planının takip edilmesi konusundaki istekliliğine rağmen böyle. Rahatsız edici olan şey, tarafların bir çözüm bulmadaki başarısızlıkları nedeniyle, Yunanistan'ın veya Kıbrıslı Rumların değil, Türkiye'nin AB tarafından haksız bir şekilde cezalandırılıyor olması. Aynı şekilde, Türkiye'nin demokratikleşme ve ekonomik başarı için yaptıklarının ne kadar başarılı olduğuna bakılmaksızın, mevcut görünümden öyle anlaşılıyor ki Avrupa'da yükselen İslâmofobi nedeniyle AB üyeliği tamamen bloke edilmiş durumda. Ve son olarak, Türkiye'nin ekonomik başarısı kaçınılmaz olarak globalleşmenin dinamiklerine bağlanmış durumdadır ve bir noktada dünya ekonomisindeki ülke içinde istikrarsızlığa sebep olabilecek daha geniş çaplı gelişmelere karşı kırılgan hale gelebilir. Yeni bir anayasa taslağı hazırlanması üzerinde sürmekte olan tartışmalar seçilmiş olan yöneticilerin ülkeyi demokratikleşme istikametinde götürüp götüremeyecekleri veya hangi hızda gidebilecekleri konusunda önemli bir test olacak gibi görünüyor.
Bütün bu genel tartışmalardan çıkarılması gereken bir dizi sonuç var. İlki ve en önemlisi, demokrasi ihraç etme teşebbüslerinin özellikle de askerÎ müdahaleler vasıtasıyla olduğunda maliyetli başarısızlıklara yol açmasıdır. 2003'ten bu yana Irak'ta gelişen durum, dışarıdan gelme bir demokrasinin günümüz dünyasında işlemediğinin açık bir kanıtıdır. Bunun kısmi izahı, demokrasi desteğinin, samimi de olsa, genellikle müdahale eden devletin stratejik hedeflerine eşlik etmesi ve kaçınılmaz olarak ülkenin bağımsızlığı için bir tehdit oluşturmasıdır. İkincisi, ülkenin tarihini, geleneklerini ve güç yapısını dikkate alan ülke içindeki demokratikleşme hareketlerinin, özellikle reformcular müspet ekonomik sonuçlar da alabilirlerse, halkın desteğini kazanacağı ve devleti daha önce idare etmiş olan anti-demokratik güçlerin direnişini etkisiz hale getirmede başarılı olacağıdır. Türkiye'nin son deneyimi demokrasinin iç dinamiklerle kısa bir zaman diliminde nasıl dönüştürücü sonuçlar elde edebileceğini gösteren bir modeldir. Üçüncüsü, Türkiye'deki laikliğin anlamı ve demokrasinin kapsamı üzerindeki mücadele ülke içindeki ve sınırların ötesindeki daha geniş çaplı siyasi ve ekonomik gelişmelere karşı hassas olmaya devam etmektedir ki, bu da kaçınılmaz olarak geleceğin ne getireceği konusunda belirsizliğe yol açmaktadır. Rahatlıkla söylenebilecek olan, yol boyunca pek çok seçenek sunan son derece geniş bir yol olmakla birlikte, Türkiye'nin Ortadoğu'da demokrasiye giden yegâne yolu göstermesidir. Bu açıdan Türkiye'nin son deneyimi, 2004'te yayınlanan, demokrasinin bölge için hayati öneme sahip olduğunu ve ancak içeriden gelebileceğini vurgulayan Arap İnsani Gelişme Raporu'nun önemli mesajını da teyit etmektedir. Rapora göre demokrasinin önündeki en büyük bölgesel engeller ise Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin etme haklarının bastırılması ve Irak'taki Amerikan işgalidir.
(*) Bu yazıyı Zaman için kaleme alan Ord. Prof. Dr. Richard Falk, dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler hocasıdır. Princeton Üniversitesi öğretim üyesi olan ve Filistin Raporu büyük yankı uyandıran Falk, değişik dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesiyle bilinmektedir.


0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.