3 Kasım 2007 Cumartesi

Türkiye yol ayrımında 1 - Tamam mı, devam mı?


Değiştir
Yard.Doç.Dr.Mehmet Seyfettin EROL-Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi


Dış politikada seçeneklerin ne kadar önemli olduğu, son yaşadığımız olaylarla bir kez daha kendini göstermiş durumda. Terör bağlamında Türk dış politikasında yaşanan gelişmeler, bir taraftan yeni bir tehdit dalgası oluştururken, diğer taraftan Türkiye'nin ayaklarının yere basması ve kendine gelmesi açısından da aslında yeni bir fırsat dönemine işaret ediyor.
Dış politikasında uzunca bir süre geleneksel "denge arayışları"nı bir tarafa itmiş görünen ve kendisini gereğinden fazla tek bir gücün insafına bırakmış olan Türkiye, bugün gerçekte millî ve bağımsız bir dış politika izleme kararlılığının mücadelesini veriyor. Ankara'nın yaşadığı hayal kırıklıkları ve tehdit algılamaları çerçevesinde güvenlik arayışlarının kaçınılmaz bir sonucu olarak da karşımıza çıkan bu yeni süreç, benzer bir durumla karşı karşıya bulunan "yakın çevre" açısından da beklenmedik bir destek görüyor. Bu bağlamda son yıllarda İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), Arap Birliği vb. teşkilatlarda Türkiye'nin artan etkinliği ve bunların Ankara'ya vermiş olduğu destek, Gürcistan'dan Suriye'ye kadar uzanan bir hatta ikili ve çoklu işbirliklerinde yaşanan "farklı ilişki süreci", konuşulanları ve şu an için "konuşulamayanları" ile birlikte bölgesel derinliklerde yaşananlar, bundan sonraki süreçte Ankara'nın tarihî ve coğrafî stratejik derinliklerinde daha etkin işbirliği arayışları açısından motive edici, cesaret verici gelişmeler olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla Türkiye, stratejik avantajını dış politikasında ön plana çıkartmanın daha da ötesinde, bunu stratejik bir üstünlük ve gelecek açısından değerlendirme yönünde yeni bir fırsat dalgası yakalamış görünüyor. Bu fırsat, Türkiye ve stratejik derinliğini küresel bir güç/oyuncu konumuna sokabilme potansiyeli yönüyle de dikkat çekici. Yine bu dönem, hiç kuşkusuz, Türkiye'yi sahip olduğu stratejik ve konjonktürel avantajlarını çok yönlü diplomasisiyle "çeşitlendirme" ve "kuvvetlendirme"ye de zorluyor. Böylesi hassas bir süreçte Türkiye'nin millî iç dinamikleri ve bölgesel dinamikler ile birlikte ortaya koyacağı performans, vereceği tepki ve ortaya konulacak somut projeler, haliyle büyük bir önem taşıyor.

Statükocu dış politika sorgulanıyor

Bu yeni sürecin içerisi kadar "dışarısı" da farkında. Bu farkındalık, bir anlamda Türkiye'nin ve bölgenin önünü kesmeye yönelik "ön alıcı" saldırılarla kendini gösteriyor ve Türkiye'yi bir hedef olarak ön plana çıkartıyor. Bu kapsamda PKK terör örgütü tarafından son olarak 21 Ekim 2007 tarihinde Hakkari'de gerçekleştirilen saldırının zamanlaması, Türkiye'nin içinde bulunduğu psikolojik atmosfer ve Ankara'nın özellikle dış politika bağlamında Washington ile sembolleşen, Batı dünyası ile yaşadığı ilişkilerde kopma süreci ve yeniden yön-eylem tartışmalarının yaşandığı bir dönemde olması itibarıyla dikkatlerden kaçmadı. Nitekim bu son saldırıyı diğerlerinden farklı kılan husus da burada yatmaktaydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ABD'ye yönelik "İnceldiği yerden kopar." açıklamasının ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın "ABD hep ayağına sıkıyor." sözlerinin ardından çıkartılan tezkerenin hemen akabinde gerçekleşen saldırı, açıkçası "demek öyle, işte böyle" türünden bir meydan okumadan başka bir anlam taşımamaktaydı. Ve nitekim Türkiye, bugün bir anlamda bu açıktan meydan okuma ve buna verilecek olan cevap üzerinde kafa yormaya devam ediyor. Satranç oyunundaki alan ve oyuncu daralması ve yaşanılan psikolojik ortam, haliyle karşı hamleyi zorlaştırıyor, süreç taraflardan biri ya da birileri açısından artık bir şah-mat'a doğru gidiyor. Dolayısıyla, bölgede tüm hızıyla devam eden bu oyunda temel stratejisini "soğukkanlılık" ve "zaman kazanma" üzerine inşa etmiş olan Türkiye'nin bundan sonraki süreçte atacağı adımlar, Ankara'yı doğrudan bir yol ayrımına götürme potansiyeli taşıyor. Ankara, bir taraftan "kararlılık" gösterisi ve "güç" kullanımı bağlamında dış politikada prestijini koruma, iç politikada ise artan tansiyonu bir şekilde düşürme gayreti gösterirken, diğer taraftan Türkiye'nin daha heyecanlı ve kontrolsüz bir sürece sokulmaya çalışıldığı da dikkatlerden kaçmıyor. Ankara, tek kelimeyle bir çelişkiler girdabına sokulmaya ve bir oldubittiye getirilmeye çalışılıyor...

Hiç kuşkusuz, bu geçiş döneminde sahip olduğu coğrafya, dün olduğu gibi bugün de uluslararası politikada Türkiye'ye ayrıcalıklı bir konum sunmakta, diğer taraftan da bölgede hakimiyet mücadelesi veren güçler açısından bir mücadele alanı, cephe ülkesi olmaya zorlanmaktadır. Mevcut coğrafyasıyla hem bu güçlerin hem de verdikleri mücadelelerin kavşak noktasını oluşturan Türkiye, bugün için gelinen aşamada Batı dünyası ile çok daha farklı bir sürecin eşiğinde bulunmaktadır. Türkiye, adeta "Yeni Soğuk Savaş" sürecinde, yangından mal kaçırırcasına bir tercihe zorlanmaktadır, aynen 60 yıl öncesinde olduğu gibi. Rusya'nın yaptığı hatayı, günümüzde ABD yapmaktadır. Bu noktada, ABD'nin ve Avrupa Birliği'nin kendine aşırı güveni, tek taraflılığı, "şımarıklığı" ve Doğu'nun yeni güç mücadelesinde yer arayışları ve Türk-İslam dünyasındaki boşluk Türkiye'nin önündeki tercihi ve eksen kaymasını açıkçası daha da kolaylaştırmaktadır. Türkiye, bugün seçeneksizliğin değil, önündeki seçenekler arasında hangisinin üzerinde daha da yoğunlaşması gerektiğinin sıkıntısını yaşamaktadır.

Bu noktada, 1990'lı yılların başında Türkiye'nin stratejik seçeneklerinin, geçmişteki 10'ar yıllık dönemlere nispeten çok daha değişik koşullar altında ve farklı boyutlarda ele alınmaya başladığı rahatlıkla görülmektedir. Soğuk Savaş dönemi boyunca izlenen "statükocu pasif dış politika" tavrını sorgulamaya başlayan Türkiye, dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından farklı bir noktaya sürüklenmeye başlamış, Türkiye'ye yeni bir misyon ve vizyon kazandırılmıştır. 1991'deki Körfez Savaşı sonrası düzenlediği basın toplantısında Özal, "Türkiye'nin eski pasif ve mütereddit politikasını bırakması ve aktif bir dış politika izlemesi gerektiğini" açıklayarak, bir anlamda bu yeni döneme start vermiştir. Dolayısıyla her ne kadar bu süreç, ara ara suni krizler ve darbe süreçleriyle kesintiye uğratılmaya çalışılsa da, dış politikadaki bu eğilim değişikliği, Özal dönemi ile sınırlı kalmamıştır. Günümüze kadar devam eden bu süreç, bundan sonra da bu eğilimin arkasındaki belirleyici millî ve bağımsız aktörlerin ve dönemsel faktörlerin etkileriyle, mukayeseli olarak, gelecekte de devam edeceğe benzemektedir. Nitekim, MİT Müsteşarı Emre Taner'in, teşkilatın 80. kuruluş yılı dolayısıyla yaptığı basın açıklamasında verdiği mesajlar ve proaktif bir dış politika çağrısı, bu sürecin işlemeye devam etmesi bağlamında bir çağrı olarak değerlendirilmiştir. Aynı şekilde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın zaman zaman çok yönlü dış politika ve yeni denge arayışları bağlamındaki "AB bizim istediğimiz kararı vermezse Türkiye, büyük potansiyeli ile akacağı yeni bir mecra bulmakta zorluk çekmeyecektir." açıklamaları, dış politikada denge arayışları kadar, aktif bir sürece de işaret etmektedir.

Unutulmamalıdır ki, dış politikanın olduğu yerde kaçınılmaz olarak seçenekler vardır, seçeneksizlik ise dış politikasızlıktır. Dış politika, üretken bir iştir. Diplomasi bir ülke için savunmanın amaç ve öğelerini yani güvenliği, barışı, prestiji, daha iyi yaşam koşullarını da üretir. Ekonomik güce, stratejik öngörüye sahip olmayan bir devletin, birbiriyle çelişkili ya da birbirinin etkisini yok eden kararlar alacağı; krizler karşısında o günkü durumu kurtaracak acil ve aynı zamanda kısa ömürlü birtakım önlemler almakla yetineceği; hazırlıksız olmasından dolayı plansız bir şekilde karşılaşacağı sonucun ne olacağını bilmeden geleceğe doğru sürükleneceği ve sonuçta diğer güçlerin ürettikleri stratejik öngörülerin bir unsuru olmaktan öteye gidemeyeceği açıktır. Bu çerçevede, Cumhuriyet'in kurucu iradesinin "çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkmak" biçimindeki temel tercihinin, durağan değil, dinamik bir hedef olarak önümüzde durması gerekmektedir. Türkiye'nin yüksek menfaatlerinin doğru tespiti, bunların nasıl ve ne şekilde gerçekleştirileceği, ülkenin ve milletin bekasının nasıl sağlanacağı, geleceğin güçlü ve büyük Türkiye'sinin nasıl inşa edileceği gibi hususların belirlenmesi gerekmektedir. Dış politika denen hadisenin, bizzat bir ülkenin çıkarlarının matematiksel denklemi olduğu gerçeği, burada bir kez daha hatırlanmalıdır. Diğer taraftan, bu yeni sürecin Türk-İslam dünyasının lehine veya aleyhine gelişip gelişmeyeceği, büyük oranda, Türkiye'nin önümüzdeki dönemde takip edeceği ve geliştireceği stratejilere bağlı olacaktır. Türkiye, bu tarihî misyonundan kaçamaz!

Yeni bir dış politika konsepti...

Soğuk Savaş sonrası Türkiye'de devlet anlayışı ve yapılanmasında yaşanılan birtakım gelişmeler, Türkiye'de merkez ve çevre ağırlıklı yeni bir sürecin önünü açmıştır. Diğer bir ifadeyle, eski ve yeni, ya da millî ve gayri millî unsurlar arasında Türkiye'nin vizyon ve misyon arayışları da farklı eksenlerde, farklı şekillerde ortaya konulmaya başlanmıştır. Bu noktada, Türkiye'nin millî bir dış politika konsepti geliştirmesi hiç de kolay olmamaktadır. Dolayısıyla, yeni bir vizyon geliştirmenin önündeki birtakım yapısal engellerin varlığından dolayı Türkiye, dış politikasında kendisinden beklenen performansı, tepkiyi rahatlıkla ortaya koyamamakta ve Özal'ın üzerinde durduğu "Türk-İslam Dünyası Birliği Projesi"ni hayata geçirmekte önce kendi içinde bir mücadele, çatışma yaşamaktadır. Oysa, devlet ve millet adına bu ülkenin çıkarlarını savunduğunu iddia eden bu tür yapılanmalar, Türkiye'yi, Türk insanını, kendi coğrafyasını ve bu coğrafyanın insanını anlamaktan fersah fersah uzak bulunmaktadırlar. Kendi insanı ve coğrafyasıyla barışık olmayan bir zihniyetten, "millî" bir şey beklemek, sadece ve sadece koskoca bir hayal kırıklığı olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye'de dış politikada yeni bir vizyon arayışından bahsedebilmek için, ciddi anlamda bir zihniyet değişimi gerekmektedir. Aksi takdirde, Türkiye bugüne kadarki kazanımlarını bir çırpıda kaybedecek ve tekrar eski limanlarda ya da bekleme salonunda kendisine sunulanlarla idare etmeye çalışacaktır!

Netice itibarıyla ifade etmek gerekirse Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül ile birlikte dış politika ufkunu genişletme fırsatı yakalamıştır. Bir diğer ifadeyle Türkiye, çok boyutluluğu yeniden keşfetmiş, Ortadoğu'yu da içine alarak Avrupa'dan Avrasya'ya kadar geniş bir coğrafyada hareket edebilme imkânı yakalamıştır. Ayrıca Türkiye, yüksek derecede tehdit algılaması ve buna uygun karşılık bulma ihtiyacına da paralel olarak, artık küresel politikada önemli bir aktör olarak kendi adına konuşmaya başlamıştır ki; bu durum geçmişteki daha alçakgönüllü kendini algılama biçiminden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Coğrafî olarak, Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Projesi'nin (diğer bir ifadeyle genişletilmiş Avrasya'nın) merkezinde yer alan Türkiye, kıtalararası siyasî etki yapabilecek bir kapasiteye ulaşmıştır. Bu da, aslında Türkiye'nin dünya politikasında merkezî bir konumda yer aldığı anlamına gelmektedir. Nitekim Soğuk Savaş döneminin sınırlamalarından kurtulmuş Türkiye'nin daha büyük ve farklı roller oynamak için daha fazla şansı söz konusudur. Küresel bir devlet sorumluluğunu yerine getirebilmek için Türk dış politikasının yeniden değerlendirilmesi ve yeni bir vizyonun ortaya konulması artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Dolayısıyla, güvenlik ortamındaki değişimlere ve iç baskılara cevap olarak Türkiye'nin dış politikası ve güvenlik politikasını gözden geçirmesi ve yeniden tanımlaması kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Türkiye, bölgesel bir güç olmanın ötesinde, küresel bir güç olmayı hedefi olarak ortaya koymalı, bu çerçevede yol haritası çizmelidir.
Tarih Bülteni

0 Yorum yapılmış.

Yorum Gönder

*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.

 

Tarih Bilgi Ambarı Copyright 2007-2009