Prof.Dr.Fahri UNAN
Bu yazı, akademik üslûbun sıkıcı kalıpları içinde, alanın üstatlarının görüşlerini tahlil ve tenkit etmek maksadıyla kaleme alınmadı. Dolayısıyla kaynak gösterme, dipnotlarla görüşlerimize destekler arama külfeti bütünüyle bir tarafa bırakıldı. Yazı boyunca ileri sürülen düşüncelerin ve mülâhazaların tamâmı bize âittir. Biz, bütünüyle akademik bir yazı kaleme almak istemedik; aksine, okuyucuyla dobra dobra, samîmî bir sohbette bulunmayı arzûladık. Fakat akademik zihniyeti ve yaklaşımı bir tarafa bırakmayı da düşünmedik. Ancak, yazımızı yine de bir deneme olarak görebilirsiniz. Şunu da söylemeliyiz ki, aşağıda belki de beklediğinizden farklı bir târih anlayışıyla karşılaşacaksınız. Bunu da normal görmelisiniz.
Târih, Türkiye’de târihçilik ve târih anlayışıyla ilgili düşünceleri-mizi, yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere, üç başlık altında toplayıp sunmak istiyoruz. Önce, târihin ne olduğu ile ilgili kanaatlerimizi aktaracağız; ardından, târihin niçin çalışıldığına veyâ ne maksatla çalışılması gerektiğine dâir düşüncelerimizi ortaya koyacağız; son olarak da, bir çalışma alanı ve ilim dalı olarak târihin esas îtibâriyle kimlere bırakılması gerektiği husûsundaki fikirlerimizi paylaşacağız.
1. Târih Nedir?
Târih üzerine yazılan yazıların çoğunda, ‘târih nedir’ sorusu sık sık yer alır. Biz böyle bir soru sorup, buna bir takım anlaşılmaz cevaplar bulmaya girişmeden, bir çok târihçinin veyâ târih felsefecisinin ‘târih şudur’, ‘târih budur’ yollu düşüncelerini aktarmaya kalkışmadan, böyle bir soruya kendimizce cevap oluşturabileceğini düşündüğümüz şahsî fikrimizi kestirmeden söylemek isteriz: Târih, bizce hâfızadır. Bunu millî hâfıza ve beşerî veyâ cihan-şümûl hâfıza diye ikiye ayırmak mümkündür. Tek bir milleti dikkate alıyorsak, millî hâfızadan; millet ayırımı yapmadan bütün insanlığı hesâba katıyorsak, beşerî veyâ cihan-şümûl hâfızadan söz ediyoruz demektir. Bu bakımdan, dünyâda ne kadar millet varsa, o kadar da hâfıza var diyebiliriz. Fakat üzerinde yaşadığımız yerkürede bütün insanların –hangi coğrafyada, hangi mekânda yaşarlarsa yaşasınlar–, bâzı farklılıklar gözlense bile, insan olmaktan kaynaklanan ortak yönleri, benzer idrâkleri, benzer korku ve sevinçleri, İslâmî terminoloji ile benzer mebde’ ve me’âd anlayışları, benzer evren ve metafizik düşünceleri, bir çok bakımdan kesişen ortak hayat tarzları vardır. Bütün bunlar, ortak bir hâfızanın teşekkülünü mümkün kılar; öyleyse bu çerçevede bir de cihan-şümûl hâfızadan söz edebiliriz. Parti, grup, dernek, futbol takımı gibi âidiyetlerin oluşturduğu ortak hâfızayı ise bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.
Hâfıza geçmişle ilgilidir; diğer bir deyişle hâfızamız geçmişte oluşur; bu, fert fert hepimiz için geçerlidir. Başka bir ifâdeyle, her insanın bir hâfızası vardır ve bu, dünyâya gelişimizden içinde bulunduğumuz âna veyâ idrâk ettiğimiz yaşa kadar başımızdan geçenlerin, fâili veyâ mef’ûlü olduğumuz fiillerin tamâmının hâsılasıdır; bunu kültürel kimliğimiz olarak da görebiliriz. Biz, insan olarak etimizin, kemiğimizin, kanımızın dışındaki varlığımızla büyük ölçüde bu hâfızanın mahsûlüyüz. Hâdiseler karşında gösterdiğimiz tepkilerin aldığı istikâmeti bu hâfıza belirler. Fert olarak başka insanlara bakışımızı bu hâfıza şekillendirir; sevgilerimizi, nefretlerimizi bu hâfıza biçimlendirir. Komşumuzu, köylümüzü, şehirlimizi, bir bütün olarak ülkemizin insanlarını, bu hâfıza yardımıyla benimseriz veyâ iteriz. Eğer o insanlarla daha önce, yâni geçmişte şöyle veyâ böyle bir ilişki içerisinde bulunmamış, bir takım mekânları paylaşmamış, bâzı hâdiseleri ortaklaşa yaşamamış olsaydık, diğer bir ifâdeyle, o insanlara karşı hâfızamızda olumlu veyâ olumsuz herhangi bir kanaat oluşmasaydı, pek muhtemeldir ki, kendilerine karşı nötr durumda kalırdık. Sokakta daha önce tanıdığımız birisini görünce selâmlaşırız; biraz hukûkumuz varsa sohbet ederiz; aynı mahallenin sâkini isek, karşılıklı âile fertlerimizin durumunu sorarız; can-ciğer dost isek, geçmişte birlikte yaşadıklarımızı hatırlarız, hâtıralarımızı paylaşırız. Karşılaştığımız kimse ile olan ilişkimizin niteliği olumsuz bir arka-plâna sâhipse, onu görmezden gelir, yolumuza devâm ederiz.
Böyle bir geçmişi paylaşmadığımız kimseler, bizim için yok gibidirler. Sokakta yüzlerce insanla karşılaşırız, fakat hiç birini tanımayız; hiç biriyle selâmlaşma ihtiyâcı duymayız: hiç birisiyle sohbete girişmeyiz. Hattâ bunu mânâsız buluruz; çünkü onlarla ortak bir geçmişimiz yoktur. Fizikî görünüşün çekiciliği dolayısıyla gösterilen alâka ise, burada dikkati çekmek istediğimiz konunun bütünüyle dışındadır.
Fakat ülkemizin dışına çıktığımız zaman, kendi ülkemizden bir insanla karşılaştığımız takdirde –ülkemizin hangi şehrinden olursa olsun– bir anda ona karşı yakınlık duyarız; onu akrabâmız gibi görürüz. Bu duyguyu bize, yaşadığımız ortak geçmiş verir; onunla aynı vatanı, aynı gelenekleri, aynı kültürel değerleri paylaştığımızı hatırlarız, biliriz ve tavrımızı bu bilgimiz şekillendirir. Eğer, dünyâmızın dışında başka bir dünyâ olsaydı ve oraya gitme imkânımız bulunsaydı, pek muhtemeldir ki, o dünyâda karşılaştığımız kendi dünyâlımızla da aynı şekilde ilgilenir ve onu kendimize yakın hissederdik. Bu hissi ortaya çıkaran da yine ortak bir mekânı ve ortak bir insanlık duygusunu paylaşmış olmamız keyfiyeti olurdu.
Demek ki hâfızamız bir yönüyle millî, diğer yönüyle cihan-şümûldür. Millî hâfızamız, bizim içinde yaşadığımız dünyâdaki kimliğimizi şekillendirir ve diğer milletlerle olan ilişkilerimizin niteliğini etkiler. Türk milleti olarak bizlerin Ruslara, İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, Rumlara, Bulgarlara, Çinlilere, Araplara, İranlılara veyâ başka bir millete bakışımızı da yine bu hâfıza şekillendirir. Bu bakışı etkileyen şey de yine onlarla geçmişte yaşadığımız ilişkilerin niteliğidir. Nitekim, bir İngiliz’e karşı duyduğumuz hislerin aynısını bir Kongo’luya karşı duymayız; Şili’li birisine bakışımızla, bir Rus’a bakışımız aynı değildir. Bir Rum’un veyâ bir Ermeni’nin zihnimizde uyandırdığı intibâ ile, bir İrlanda’lının uyandırdığı intibâ farklıdır. Olumsuz fikirlerimizin yoğun olduğu milletlerle aramızda geçmişte olumsuz hâdiseler cereyan etmiştir. Eğer intibâlarımız olumlu ise, yine aynı şekilde, aramızda geçmişte olumlu ilişkiler yaşanmış demektir. Fakat geçmişte hiçbir şekilde ilişki kurmadığımız bir milletin ferdi ile yüz yüze gelirsek, pek muhtemeldir ki, ilk intibâlarımız olumlu veyâ olumsuz duyguların ötesinde, nötr durumdadır. Onun hakkında zihnimizde bir kanaat oluşmaya başladıkça, duygularımız da değişir ve nötr durumumuz, olumlu veyâ olumsuz bir istikâmet alır.
Bu noktada, meselâ 1930’ların başında kurulmuş bulunan Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi’ni hatırlatabiliriz. Bu fakülte bünyesinde kurulmuş bulunan yabancı dillerle ilgili bölümler, hemen hemen istisnâsız, târih içinde şu veyâ bu şekilde ilişki kurmuş olduğumuz, ittifaklar oluşturduğumuz, yâhut savaşlar yaptığımız milletlerle ilgilidirler. Bu fakülte bünyesinde meselâ bir Çin dili ve edebiyâtı bölümü açılmıştır ama bir Malezya dili ve edebiyâtı bölümü açılmamıştır; bir Rus dili ve edebiyâtı bölümü vardır ama bir Nepal dili ve edebiyâtı bölümü yoktur. Bunun bir mânâsı olmalıdır ve söz konusu bölümlerin açılmasına karar verenler, hiç şüphesiz, böyle bir şuurla hareket etmişlerdir.
Bu mülâhazalar, târih hâfızadır derken neyi kastettiğimizi anlatmış olmalıdır. Çünkü târihin konusu, ilgi alanı ve malzemesi geçmiştir; o, geçmişte olup bitmiş, şu yâhut bu şekilde hâfızamızda yer etmiş şeyleri inceler. Bunların bir kısmı çok canlıdır; bir kısmı ise yaşadığımız andan geriye gittikçe silikleşir. Fakat onların silikleşmiş olmaları, hiç olmadıkları veyâ yaşanmadıkları mânâsına gelmez; onlar vardırlar; ne var ki, aramıza uzun bir zaman dilimi girmiş, zihnimizden izleri silinmiş veyâ hâfızamızın en ücrâ köşelerine itilmişlerdir. Bu durum, yâni târihin ele aldığı konunun bize uzaklığı veyâ yakınlığı, bizim objektiflik yâhut sübjektiflik durumumuzu etkiler. Hâfızamızda canlılığını koruyan, bizi olumlu veyâ olumsuz, ama mutlakâ etkileyen olgular karşısında daha az objektif oluruz. Olgunun cereyan ettiği veyâ yaşandığı zaman dilimi bizden uzaklaştıkça, objektifliğimizin derecesi de artar: Nitekim, meselâ Osman Bey, Orhan Bey, Sultan Murad, Fâtih, Yavuz veyâ Kânûnî’ye bakışımızla, II. Abdülhamîd’e yâhut Vahdeddîn’e bakışımızın farklı olması, bu hükümdarların yaptıklarından ziyâde, bize yakın bir dönemde yaşamış olmalarıyla doğrudan ilgilidir. Abdülhamîd veyâ Vahdeddîn, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde değil de, meselâ XV. veyâ XVI. asırlarda yaşamış şahsiyetler olsalardı, pek muhtemeldir ki, kendilerine karşı beslenen hislerin niteliği de bugünkünden çok farklı olacaktı.
Şu hâlde bizler, aynı zamanda hâfızamızın doğrudan etkisi altındayız. Bu durum, sıradan insan için de, meslek olarak kendisine târihi seçmiş insanlar için de geçerlidir. Dolayısıyla, bugün ülkemizde târihle ilgili yaşanan sıkıntıların, anlaşmazlıkların, farklı, hattâ birbirine zıt bakış açılarının müşâhede edilmesinin asıl sebebi de budur. Ve işte bunun için ilmî bir târihçiliğin yol göstericilğine ihtiyaç vardır. Çünkü, ilim soğuk-kanlılık gerektirir; peşin hükümlerin ve kesin kanaatlerin ilimde yeri yoktur veyâ olmamalıdır. Bizi, hislerimizin esîri olmaktan kurtaracak yegâne yol, ilmî yaklaşımdır; zîrâ, ilmî yaklaşım, kendisine bir takım metodolojik vazgeçilmezleri rehber edinmek, bir takım prensiplere göre hareket etmek durumundadır. Ancak bu şekilde hâfızamızın arka-plânında nelerin olup bittiğini ve bunların günümüzü ve bugünkü hayâtımızı nasıl etkilediğini nisbeten doğru anlama imkânını elde edebiliriz. Nisbeten diyoruz; çünkü, geçmişi, hâfızamızın arka-plânında olup bitenlerin hepsini, bütün açıklığıyla, bütün yaşanmışlığıyla, olduğu gibi ortaya koymak, bizzat târihin bile üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Öyleyse târihi, geçmişi, dolayısıyla hâfızamızın arka-plânını oluşturan hâdiseleri, yaşandıkları şekilleriyle görme veyâ tesbit edebilme imkânından mahrûmuz. Düne gidemeyiz; olguları, yaşandıkları hâlleriyle fotoğraflayamayız; bunların –bugün olduğu gibi– yaşanmış şekilleriyle filmlerini çekemeyiz. Bunu başarma imkânımız olsaydı bile, olguların fâillerinin zihinlerinden gerçekte nelerin geçtiğini tesbit edemezdik. Biz dünü, dünün olgularını veyâ hâdiselerini, ancak bir takım verilerin yardımlarıyla anlamaya çalışırız. Ne var ki, bu veriler yüzyılların gerisinden seçile seçile, ayıklana ayıklana bize ulaşmışlardır. Bize ulaşanların çoğu da, yine bizler gibi insanlar tarafından bırakılmışlardır. O insanların da duyguları, düşünceleri, hırsları, nefretleri, inançları, kültürleri, etkilendikleri kendi hâfızaları vardı. Bir verinin çok eski devirlerden kalmış olması, onun mutlakâ doğru, yanılmaz ve yanıltmaz olduğu mânâsına gelmez. Biz bugün nasıl yanılmak ve yanıltmak, etkilemek veyâ etkilenmek durumunda isek, dünküler de öyleydiler. Bugün bir târihçi olarak bizlerin, sâdece veriyi değil, onu bırakanın kişiliğini de öğrenme ihtiyâcı duymamız, bu yüzden değil midir?
Dünün bilgileri, prizmanın ışığı kırarak bize yansıtması gibi, zaman prizmasından kırılarak bize ulaşırlar. Dolayısıyla, hakîkati tam olarak aksettirmezler. Bu durum, yazılı kaynaklar için bile böyledir. Onları kaleme alanlar, kendi tercihlerine göre hareket etmişlerdir. Bugün, dünü anlamak açısından bizim için çok mühim görülen bâzı bilgiler, bize bilgi aktaranlar için hiç de dikkate değer bulunmamış ve eserlerine yansıtılmamış olabilirler. Dolayısıyla geçmişin bütün bilgilerine ulaşma imkânını hiçbir zaman bulamayız. Öyleyse, ele aldığımız târihî bir konuyu veyâ olguyu ne kadar bol veriyle değerlendirmeye çalışırsak çalışalım, onların hakîkatlerine yine de matematik kesinliğiyle vâkıf olamayız. Târihî bilgi olarak inşâ edip sunduğumuz geçmiş, o geçmişin bizzat kendisi değil, bizim bilgilerimizin, tahlillerimizin ve yorumlarımızın oluşturduğu izâfî bir geçmiştir. Söz konusu verilerin ışığında yeniden inşâ etmeye çalıştığımız geçmiş veyâ olgu, her ne kadar bir takım vesîkaların ve bilgilerin üzerine oturtulmuş olsa bile, yine de bizim şahsî bilgimizin, kâbiliyetimizin ve yorumumuzun ürünü olmaktan kurtulamaz. Çünkü, söz konusu vesîkalar veyâ bilgiler, bizâtihî konuşmamakta, onları bizler konuşturmaya, konuştuklarını anlamaya ve anladıklarımızı anlatmaya çalışmaktayız. Bu husustaki başarımız, kim olursak olalım, ne kadar büyük târihçi sıfatı taşırsak taşıyalım, her vakit tartışmaya açıktır. Zîrâ, araştırmalarımız ve incelemelerimiz sonunda ortaya koyduğumuz çalışmamız, dayandığı kaynaklar ne olursa olsun, yine de bizim eserimizdir; bizim düşüncelerimizi, bizim bakış açımızı ve bir bakıma bizi yansıtır; mutlak hakîkatin tâ kendisini değil.
Şu hâlde, sosyal bilimlerin tamâmında olduğu gibi, târih ilminde de mutlak hakîkate ulaşmak söz konusu değildir; bu alanda hiçbir zaman iki kere ikinin dört ettiği iddiâ edilemez. Eğer öyle olsaydı, daha önce defalarca çalışılmış, araştırılıp incelenmiş bir konu, bir kez daha başka birisi tarafından incelenmezdi. Meselâ, İstanbul’un fethiyle ilgili bir eser hazırlanır ve dosya kapatılırdı; bir daha aynı konuya tekrar dönülmezdi. Oysa, hiç de öyle yapmıyoruz; târihî bir olguyu tekrar tekrar masaya yatırmaktan vazgeçmiyoruz. Çünkü geçen her yıl, her ay ve hattâ her gün, daha önce defalarca çalışılmış bir konuyla ilgili olarak bize yeni bilgilere ulaşma, dolayısıyla konuyu bir kez de bu bilgilerin ışığında ele alma imkânı sunmaktadır.
Demek ki, târih söz konusu olduğunda gerçekten çok kaygan bir zeminde yürümekteyiz. Bu zeminde yürümenin metodunu ve araçlarını iyi bilmek mecbûriyetindeyiz. Eğer bu metodu ve araçları iyi kullanmasını bilmiyorsak, hem kendimizi, hem de okuyucumuzu yanıltmaktan kurtulamayız.
***
2. Târih Niçin Çalışılır, Niçin Gereklidir?
Yazımızın başlığında ‘târih niçin çalışılır’ şeklinde bir sorunun sorulduğu gözlerden kaçmamış olmalıdır. Bizler târihçi olma iddiâsındayız; bunu sırf meşgale olsun diye mi yapıyoruz; sâdece geçmişten hikâyeler nakletmek, insanlara hoşça vakit geçirtmek düşüncesiyle mi emek sarf ediyoruz; tozlu arşiv ve kütüphâne köşelerini arşınlamayı gerçekten çok mu seviyoruz; kendimizi tatmin etmekle mi vakit geçiriyoruz?..
Yüz yıl öncesinden günümüze kadar zaman zaman tartışma konusu edilen bir husus vardır: Sanat sanat için midir, yoksa ‘toplum’ için midir? Aynı soruyu târih için de sormak pekâlâ mümkündür: Fakat böyle bir soru, bize, tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan suâli kadar mânâsız gelmektedir. Çünkü, çalışmalarımızın netîcesi olarak ortaya koyduğumuz eserimiz, ‘toplum’a sunulmayacaksa, ne işe yarayacaktır?
Öyleyse niçin târih çalışıyoruz ve niçin târihle ilgileniyoruz? Yukarıda sergilenen mülâhazalar bir kere daha gözden geçirilirse, bu sorunun cevâbının, aslında çoktan verilmiş olduğu görülür. Dikkati çekeceği üzere, defalarca hâfıza kelimesi kullanıldı. Evet, târih hâfızadır. Fert fert hepimizin hâfızasıdır; bir bütün olarak cemiyetin tamâmının hâfızasıdır. Fert olarak eğer hâfızamızı kaybetmiş olsaydık, kendimizi nasıl hissederdik? Annemizi, babamızı, yakın cedlerimizi tanımasaydık; bugün bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi bilmeseydik, acabâ nasıl bir ruh hâleti içinde olurduk? Son derece emîniz ki kendimizi iyi hissetmezdik. Ruh sağlımız bozulurdu; hattâ kendimizle kavgalı duruma düşerdik; başka bir ifâdeyle istikâmetimizi kaybederdik… Târihî hâfızasını kaybeden veyâ problemli bir târihî hâfızaya sâhip olan milletler de aynı duruma düşerler. Dolayısıyla, ruh ve beden sağlığımızın devâmı kadar, sosyal sağlığımızın devâmı için de sağlıklı bir hâfızaya sâhip olmalıyız.
Fakat bugünkü târih eğitimimizin bunun farkında olduğu pek söylenemez. Bunu, eğitim çağındaki gençlerimizin târihle ilgili düşüncelerini sorguladığımız vakit açıkça görürüz. Gençlerimizin büyük bir ekseriyetinin târihi pek de sevmedikleri sır değildir. Bunda, bizzat târih anlayışımızın veyâ târih olarak onlara vermeye çalıştığımız bilgilerin niteliğinin de payı olmalıdır. Çünkü târih deyince, gençlerimizin ekseriyetinin savaşları, antlaşmaları, antlaşma târihlerini ve maddelerini, hükümdarların hayat hikâyelerini ve benzeri konularını anladıklarını görürüz. Oysa bütün bunlar târihin teferruat bilgileri olmak durumundadır. Târih bunlar veyâ en azından bunlardan ibâret değildir; târih aynı zamanda bir vizyondur; bir şuur hâline ulaşma ameliyesidir; bulunduğumuz noktanın neresi olduğunu idrâktir; kişinin bizzat kendi varlığının farkına varmasıdır; çevremizde nelerin olup bittiğini ve bunların ne mânâya geldiğini kavramaktır.
Bugün Türkiye’de olup bitenlerin; kavga konusu hâline gelen, milletimizin fertlerinin üzerinde fikir-birliği tesis etmekte zorlandıkları ihtilâflı konuların; zaman zaman biribirimizi düşman bloklar gibi görmemize sebep olan tartışma noktalarının tamâmını gözden geçirdiğimizde, bunların hemen hemen hepsinin günümüze dünden intikal ettiğini görürüz. O hâlde, sırtımızda târihten intikâl eden çok ağır bir yük taşıyoruz demektir. Bu yükün gerçek niteliğini bilmediğimiz için de, millet olarak biribirimizle kavga edip duruyoruz. Ekonomik problemler dolayısıyla kavga çıkarıldığını görüyor muyuz? Geçim sıkıntıları yüzünden biribirimize girdiğimiz vârit midir? Tıbbî bir mesele yüzünden sokaklara dökülüyor muyuz? Bir matematik probleminin çözümü sırasında farklı yollar ve metodlar tâkip ettiğimiz için kavga çıkarıyor muyuz?... Elbette hayır. Dikkat edelim: Sosyal hayâtımızda gerginliklere sebep olan bütün ihtilâflı noktalar, sosyal bilimlerin ilgi alanlarına giren konulardır; dindir, laikliktir, rejim meselesidir, çağdaşlaşmadır, Batılılaşmadır, dünyâya bakış açılarımızdır, yaşanan sıkıntılara farklı gözlüklerle bakma alışkanlıklarımızdır… Bunların tamâmı, bize dünden intikâl etmiştir; dolayısıyla doğrudan târihin ilgi alanında bulunmaktadır.
Bütün bu gerginliklerin sebebi, bizce tektir ve o da sağlıklı bir sosyal hâfızaya, târih bilgisine ve şuuruna sâhip olmayışımızdır. Diğer bir deyişle, zihnimiz karışıktır. Yaşanan sıkıntıların çevresinde odaklandığı ihtilâf noktalarının geçmişini bilmiyoruz; üzerinde asgarî bir fikir-birliği oluşturamadığımız konuların nasıl bir târihî arka-plâna sâhip olduğu husûsunda yeterli mâlumâtımız bulunmuyor. Kavgalarımızın temelini teşkil eden meselelerin bizzat kendileri hakkında yeterli bilgiye sâhip değiliz. Tartışmalarda kullandığımız terimlerin hakîkî mânâlarından bile habersiziz… Bütün bunları bir takım çekici sloganların hazır kalıpları içinde anlamaya, yorumlamaya ve ardından tavır almaya kalkışıyoruz.
Meselâ, din ve bilhassa İslâm söz konusu olduğunda, okumuşlarımızın büyük bir ekseriyetinin onun hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu açıkça görürüz. İslâm’ın fert ve cemiyet için gerçekte neleri öngördüğü çoğumuzun meçhûlüdür; sosyal hayâtımızı, rejimimizi ve günlük yaşantımızı tahrip edeceğini zannettiğimiz İslâmî verilerin, bunu nasıl yapacağını gerçekten bildiğimiz söylenemez. Kişi, bilmediğinin düşmanıdır; dolayısıyla da tartışmalarımızı getirip içkiye, kumara, fâize, örtünmeye veyâ açılmaya, çok evliliğe, haram-helâl telâkkîlerine bağlama kolaycılığından kurtulamıyoruz; diğer bir deyişle İslâm denince sâdece bunları anlama eğilimindeyiz. Bu kolaycılığın bizzat İslâm’ı anlamama, tanımama, onun târihini ve kültürünü bilmeme olduğunu aklımızın ucuna bile getiremiyoruz. İslâm’ın bunlar veyâ en azından bunlardan ibâret olmadığını; bütün bunların belki de teferruattan ibâret şeyler olduğunu fark edemiyoruz. Onun sunduğu gerçek vizyonun ne olduğunu anlamak istemiyoruz veyâ en azından bu hususta zorlanıyoruz. Bizi geriye, karanlık devirlere götüreceğini zannettiğimiz İslâmî vizyonun hangi unsurlarının buna yol açacağı sorusunu cevaplamaktan kaçınıyoruz. Bir takım basma-kalıp fikirlerin ve cevapların doğru olduğunu zannediyoruz…
Kezâ, yakın geçmişimizi oluşturan Osmanlılar hakkındaki düşüncelerimiz de farklı değildir; Osmanlı dönemi denince, zihnimizde kap-karanlık bir devir tahayyül etme eğilimindeyiz. Bir despotun milletimizi yüzyıllar boyunca demir bir cenderenin içinde ezip un-ufak ettiğini zannediyoruz. O dönemde zulümden, adâletsizlikten, haksızlıktan, baskıdan, hoşgörüsüzlükten, farklı fikirlere tahammülsüzlükten, insanları zorla bir kalıba sokmaya çalışma uygulamalarından başka bir şey olmadığını düşünüyoruz…
Oysa bütün bu düşünceler sâdece bizim düşüncelerimizdir; bize öyle olduğu yönünde empoze edilen düşüncelerdir; deyim yerinde ise, beynimizin spekülatif propagandalarla yıkandığının farkında bile değiliz. Tabiatiyle, bu propagandalara kolayca teslim olmamızın tek sebebi de târihî cehâletimizdir; dünde gerçekten ne olup bittiğine dâir sağlıklı bilgilerimizin bulunmayışıdır. Bu yüzden de, neredeyse geçmişimizden, atalarımızdan utananlarımız vardır. İçimizde, atalarımızın Avrupa’nın ortalarına kadar gitmiş olmalarından utanç duymayanlar az değildir; İstanbul’u Bizans’ın elinden almamızı bir utanç vesîlesi olarak görenlerimiz bile görülebilmektedir. Bugünkü Avrupa nezdindeki îtibârımızın târihimiz, atalarımız, onların yaptıkları yüzünden olumsuz olduğunu düşünenlerimiz çoktur. Bu sebeple redd-i mîrâstan bile çekinmiyoruz. ‘Kusura bakmayın, bizden öncekiler öyle yapmışlar, ama bizler onlar değiliz; ne olur bizi affedin’ demekten başka bir mânâ taşımayan ve bugün her tarafta örnekleri bol bol görülebilecek olan davranışlarımızın, tavırlarımızın, aşağılık duygularımızın sebebi bir bakıma budur; târihî cehâletimizdir; târihte olup bitenlerin ne mânâya geldiğini anlama ve yorumlama kâbiliyetimizin bulunmayışıdır. Hâdiseleri geniş bir bakış açısıyla değerlendirme bilgisine sâhip olmayışımızdır.
Fen bilimleri alanlarında çalışanların büyük bir ekseriyetinin, muhtemelen mesleklerinin gereği olarak, daha ziyâde meslekî bilgilerle donatıldıkları, bu sebeple de sosyal meseleleri tahlil ve değerlendirmede zorlandıkları dikkati çeker. Onların bu bilgi arka-plânları, kendilerini köşeli düşünmeye alıştırmıştır; dolayısıyla içlerinde pek azının derinliğine bir din, târih, felsefe, sosyoloji, psikoloji edebiyat, sanat ve estetik… bilgisinin olduğu inkâr edilemez. Bu bilgi eksikliği ve ufuk darlığı, kendilerinin sosyal ve siyâsî hâdiseleri yorumlamalarını zorlaştırmakta; bu tür hâdiseler karşısında, yetersiz bilgi sâikıyla ölçüsüz tepki gösterebilmektedirler. Nitekim, şu son zamanlarda cereyân eden bir takım hâdiselere gösterilen aşırı tepkilerin mühim bir kısmının, bu bilgi eksizliğinden kaynaklandığı söylenebilir.
Târih, en azından işte bu problemlerin çözümü için gereklidir. Ama, çarpıtılmamış bir târihin rehberliğine ihtiyâcımız vardır; olanı olduğundan farklı, büyük veyâ küçük gösterme gayreti içinde bulunmayan bir târih anlayışı bize rehberlik edebilir. İdeolojilerin peşin hükümlerine kurban edilmemiş bir târihe muhtâcız. Hâdiseleri, yaşanmışlıkları, teşekkül etmiş düşünceleri bile bile, göz göre göre çarpıtmaya yeltenmeyen bir târih vizyonu gerekmektedir. Zîrâ hem düne, hem bugüne, hem de geleceğe ışık tutacak yegâne vâsıta, sâdece ve sâdece sağlam bir târih bilgisidir; çarpıtılmamış bir târih bilgisidir; târihî mecrâsından saptırılmamış bir geçmiş bilgisidir.
Ünlü İngiliz târihçisi A. Toynbee, târihî hakîkati tahrîfi ahlâksızlık sayar: “Hakikati tahrif edip de suçsuz kalmak imkânsızdır. Hakîkati tahrif etmek, fikir adamına yakışmayan bir hareket olduğu gibi, aynı zamanda politik bir ahlâksızlıktır da.” Biz, yaklaşık yüz-elli küsûr yıldır işte bu politik ahlâksızlığı yaşıyoruz. Kendi kâbiliyetsizliklerimizi târihimizin sırtına yüklemeye, cehâletimizi bir tarafa iterek karanlığa yumruk savurmaya, dünümüzü mahkûm etmeye, atalarımızı suçlamaya ve böylece işin içinde sıyrılıp çıkmaya çalışıyoruz.
Oysa yeterince ve dürüstçe ulaşılıp, incelenip sunulmuş bir dün bilgisine sâhip olsaydık, bugünkü fikir keşmekeşini, kafa karışıklığını ve zihin bulanıklığını da yaşamayacaktık; ayaklarımızı daha sağlam yere basacaktık; kendimizden, târihimizden, atalarımızdan, öz medeniyetimizden utanmayacaktık; dolayısıyla, şu öldürücü aşağılık duygusunu da yaşamayacaktık. Kendimize güvenimiz olacaktı; ne yaptığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi, târihî misyonumuzu, medeniyetimizin mânâsını ve istikâmetini bilmiş olacaktık; kısaca zihnimiz daha duru, daha sâkin ve daha rahat olacaktı.
Bu bakımdan târihi biz, sâdece dünün bilgilerine ulaşma gayreti olarak görmüyoruz. Onu, aynı zamanda insanlarımıza sağlam bir geçmiş ve gelecek vizyonu sunma gayretinin vâsıtası olarak da telakkî ediyoruz. Evet târih, esas îtibâriyle objektif bilgiye ulaşma ameliyesidir; fakat mücerret objektif bilgi, hiçbir işimize yaramayacaksa, ne mânâsı vardır? Bu bilgi, olduğu yerde, olduğu gibi, çarpıtılmamış hâliyle zâten duruyordu ve bundan da rahatsız değildi. Bizler, böyle bir bilgiyi gün yüzüne çıkarmak istiyorsak, bir hedefimiz de var demektir. Bu hedef, hiç şüphesiz, mâzîden âtîye köklü ve sağlam köprüler oluşturmaktır. Yahyâ Kemâl, “Kökü mâzîde olan âtîyiz.” derken, hiç şüphesiz, bu noktaya işâret ediyordu.
Şu hâlde biz, aynı zamanda mâzînin ürünleriyiz. Târih sahnesindeki yerimizi bir anda almadık; kültürümüzü, maddî ve mânevî değerlerimizi akşamdan sabâha oluşturmadık; düşünce dünyâmız, kâinâtı ve dünyâyı idrâk kültürümüz, bir anlık gayretin netîcesi değildir. Bütün bunlar, uzun bir târihî geçmişin içerisinde şekillenmiş, vücut bulmuş ve bize ulaşmıştır. Bugünkü cemiyetimizin çalkantılar içinde bocalamasının bir sebebi de, kanaatimizce dünle-bugün arasında sağlıklı köprüler kurulamaması, redd-i mîrâsın çıkar yol olarak görülmesi ve binlerce yıllık bir târihî geçmişin, yüzyılı bulmayan bir zaman dilimiyle sınırlanmaya kalkışılması olsa gerektir. Bilmek gerekir ki, toprağın derinliklerine kök salmış ağaçların azametleri, köklerinin çok derinlerde bulunmasından gelmektedir. Köksüz milletler, mevsimlik nebatlar gibidirler; hafif bir rüzgârla pekâlâ yerlerinden sökülüp, savrulup giderler. İşte bu sebepledir ki, Afrika’da çok yakın bir geçmişte istiklâllerini kazanmış olan devletlerin çoğunun kendileri için bir târih îcâd etme ihtiyâcı duyduklarını görüyoruz. Çünkü, bir cemiyetin ayakta kalabilmesi, varlığını sürdürebilmesi için hâfızaya ihtiyâcı vardır; o hâfıza da târihtir. Kezâ, yine bu ihtiyaç dolayısıyla değil midir ki, bugünkü Cumhûriyetimizin kurucuları, kendi mücâdelelerine uygun bir târih kurgulamak lüzûmu duymuşlardır? Târih gereklidir; çünkü, bugünkü varlığımızın meşrûiyet temelleri orada bulunur. Yeter ki iyi bakmasını bilelim.
***
3. Târih Kime Bırakılmalıdır?
Ne var ki, Türkiye’de en tâlihsiz ilim dallarından birisisinin târih olduğu görülüyor. Eğer aynı nitelikte ikinci bir ilim dalı zikredecek olursak, bunun da din ve ilâhiyat olduğunu söyleyebiliriz. Târih için ilim kelimesini bilerek kullandık. Evet târih, gerçekten bir ilim dalıdır; ancak sosyal bilimlerin içerisinde yer alan bir ilim dalı. Dolayısıyla, hâdiseleri fen ve teknik bilimlerin metodolojisiyle, terimleriyle ve bakış açısıyla incelemek mecbûriyetinde değildir. Onu ve uğraştığı konuları –fen bilimlerinde olduğu gibi– ‘deney’e tâbi tutamayız; laboratuarlara sokamayız; incelediği konuları fen bilimlerinin test usûlleriyle test edemeyiz. Pozitif bilimlerin metodolojisi ve bakış açısı, sosyal bilimlerin ilgi alanlarına giren konuların çözümünde ve anlaşılmasında, sanıldığı gibi, bize pek de yardımcı olamaz. Zîrâ bunların farklı nitelikleri vardır; farklı kulvarlarda hareket ederler; dolayısıyla kendilerine has metodolojileri, terminolojileri ve bakış açıları olmak zorundadır ve vardır.
Târihin Türkiye’de en tâlihsiz ilim dallarından birisi olduğunu söyledik. Bu tâlihsizlik, hemen herkesin târih üzerine fikir beyân etmesinden kaynaklanır. Aynı durum din için de söz konusu edilebilir; ancak bu husus konumuzun dışında kalmaktadır. Bu bakımdan diğer ilim dallarının büyük bir ekseriyeti târihten daha şanslıdır. Tıbbî bir konuyu, mutlakâ mütehassısına sorarsınız; fizik söz konusu olduğunda, yıllarca bu alanda çalışmış olanların fikirlerine îtibar edersiniz; kimyâ ile ilgili bir problemle karşılaştığınızda, bu alanda fikir beyân etmeye yetecek kadar eğitim almış birisinin düşüncesine başvurursunuz.
Bu durum, sâdece fen ve teknik bilimlerle de sınırlı değildir. Hukûkî bir meselede, bir hukukçuya, en azından bir avukata mürâcaat ederiz. Siyâset bilimi söz konusu olduğunda da durum böyledir; muhâtabınız şöyle veyâ böyle bir takım fikirler ileri sürse de, kendisi bile ileri sürdüğü fikirlerin doğruluğundan ekseriyetle emin değildir. Mîmarlık için mîmâra, müzik için müzisyene, güzel sanatların şu veya bu alanıyla ilgili olarak, alanın mütehassısına başvurduğumuz zaman doyurucu yâhut iknâ edici bir cevap alacağımızı düşünürüz…
Fakat târih böyle midir? Türkiye’de tıpçı târihle ilgili fikir beyân edebilir; sosyolog târihçiden geri kalmak istemez; felsefeci târihin kendi çalışma alanı içinde bulunduğunu düşünür; hukukçu târihçiliğe soyunur; hattâ sokaktaki insanlar bile kendisinde potansiyel târihçi gücü ve salâhiyeti görür. Deyim yerinde ise, hemen herkes, kendisinde târihle ilgili fikir beyân etme; târihî hâdiseleri inceleme, sorgulama, yorumlama ve hattâ ciddî ciddî yayın yapma hakkı bulur.
Biz bir târihçi olarak, tıbbî bir meselede fikir beyân etsek, pek muhtemeldir ki, en hafif deyimle “haddini bilmezlikle” itham olunabiliriz; iktisat üzerine teoriler üretmeye kalkışsak, istihzâ ile karşılaşırız; hukûkî bir problemi çözme iddiâsında bulunsak, ‘hukukçu musun’ sorusuna muhâtap oluruz; kimyâ ile ilgili iddiâlarda bulunsak, laboratuara girip ‘deney’ yapmaya yeltensek, kim bilir bu iddiâ ve hareketimiz “densizliğimize” yorulabilir. Dînî bir meselede mutlak görüş bildirmeye kalkışsak, kendini bilmezlikle itham olunabiliriz.
Ama konu târih olunca, hemen herkes mütehassıs gibi davranır. Hattâ, bir takım kişiler, “târih, târihçilere bırakılamayacak kadar ciddî bir iştir” diyerek, çalışma alanımızı bütünüyle sâhiplenmeye kalkışır. Evet târih, târihçilere bırakılmayacak kadar ciddî bir iştir; ama vazîfesini sâdece spekülasyon olarak gören; yazılarını ajitasyon malzemesi olarak kullanmaktan kaçınmayan; çalıştığı gazetenin patronunun ekonomik çıkarlarını koruyabilmek, dolayısıyla bundan kendisi de nemâlanmak için akı kara, karayı ak göstermekte tereddüt etmeyen; köşesinde hem savcılık, hem hâkimlik yapmayı mesleğinin incelikleri gibi düşünen; bu uğurda tahrik, tezyif, jurnal, îmâ, işâret ve hattâ her türlü hakâreti mübah sayan bir gazeteci târihle pekâlâ istediği gibi oynayabilir. Bir takım kânun maddelerinin köşeli kalıplarının dışına çıkamadığı; tek tercîhinin ak ve kara, suçlu ve suçsuz; tevkif ve berâat ikilisinden ibâret olduğunu zannettiği; vazîfesinin bütün insanları veyâ bir bütün olarak cemiyetin tamâmını aynı kalıba sokmak, bu kalıba girmeyenleri, yâhut girmekte direnenleri sakıncalı, sıra-dışı ve yola getirilmesi gerekli zararlı unsurlar olarak gördüğü için kendisinde “toplum” mühendisliği kudreti ve hakkı bulan bir takım hukukçular, bunun için târihe el atabilirler. Bir cemiyetin onu oluşturan fertlerin sayısı kadar farklı karakter ve kişiliklerden oluştuğunu bilmediği için, üzerinde çalıştığı bedende karşılaştığı habis bir urun mutlakâ sökülüp atılması gerektiği fikrinden başka bir çıkar yol düşünmeyen bir tabip, işine geldiği zaman târihten söz edebilir. Türkiye’de Türk milletinin nasıl bir sosyal hayat yaşadığını tedkik etmeden, onu Batı’da geliştirilmiş bir takım sosyoloji teorilerinin kalıplarıyla anlamaya, anlatmaya, açıklamaya çalışan ve bu kalıplara uymayan durumlarla karşılaştığı zaman, milleti suçlamayı uzmanlık zanneden bir takım sosyologlar da târihle diledikleri gibi flört edebilirler. Siyâsetçisi, mülkiyelisi, harbiyelisi, tiyatrocusu, sinemacısı, müzisyeni, aklınıza gelebilecek bütün meslek erbâbı, size târihten deliller sunabilir; iddiâsını savunmak için târihî verileri iknâ aracı olarak kullanmayı; onlara istediği mânâyı vermeyi, onu eğip bükmeyi ve istediği kalıba dökmeyi bir hak olarak görebilir. Fakat târihçi târihle uğraşamaz veyâ târih, târihçilere bırakılamayacak kadar ciddî bir iş oluverir!
Aynı mantıkla diğer ilim dalları için de benzer cümleler kurulabilir. Başka bir ifâdeyle, târihin dışındaki disiplinler için de, o ilimlerin, o ilimlerle uğraşanlara bırakılamayacak kadar ciddî işler olduğu ileri sürülebilir… Durum bu ise, bütün bu alanlarda eğitim veren kuruluşlara ne gerek var? Niçin tıp fakülteleri, hukuk fakülteleri; siyâsî bilimler, ilâhiyat, iktisat, diş hekimliği, mühendislik fakülteleri; güzel sanatlar okulları, konservatuarlar … açarız? Mâdem ki ihtisas diye bir mefhum tanımıyoruz; mâdem ki eğitime, bilgiye, bir mesleğe ve onun gerekli bilgilerini edinmek için yıllarca dirsek çürütmenin kazandırdıklarına îtibar etmiyoruz; öyleyse bu zahmetlere katlanmaya ne gerek var?
Bunu diyebiliyor muyuz? Sanırız, demiyoruz. Bedenî bir rahatsızlığımız varsa, aklımıza ilk gelen şey, bir hastaneye, bir doktora gitmektir. İyi ve estetik değer taşıyan bir binâ yaptıracaksak, bir mîmâra başvurmak; kânunluk, mahkemelik bir problemimiz varsa, bir avukata danışmak; psikolojik sıkıntılarımız varsa, bir psikologa görünmek; dişimiz ağrıyorsa, diş hekimine mürâcaat etmek; dînî bir cevap arıyorsak, bir müftüye veyâ bir ilâhiyatçıya danışmak… aklımıza gelen ilk yol olur. Fakat, târihle ilgili bir konuyla karşılaşırsak, hiç çekinmeden mütâlaa yürütürüz; hâdiseleri yorumlar, değerlendirir, istediğimizi suçlu, istediğimizi suçsuz, istediğimizi hâin, istediğimizi kahraman îlan etmekte tereddüt göstermeyiz.
Ne var ki, târih söz konusu olduğunda, hiç tereddüt etmeden fikir beyân edilir; meseleler derinliğine incelenmeden, kesin kanatlar ileri sürülebilir; hattâ herkesin bunlara inanması istenebilir. Şu hâlde, Türkiye’de herkesin bir târihi var demektir; fakat, bu târih gerçek târihçinin ilgi alanına girmez. Çünkü, gerçek târihçinin ilgi alanı, övme veyâ yerme, hâin veyâ kahramanlar bulma; ak veyâ kara alanlar keşfetme; karanlık veyâ aydınlar çağlar arama; iyiler ve kötüler tespit etme gibi iki zıt kutup arasında bocalayan; insana birini veyâ diğerini tercih etmekten başka çıkar yol bırakmayan bir alan değildir.
Gerçek târihçinin anladığı târihin çerçevesi önceden çizilmemiştir; varacağı netîce başlangıçta birebir öngörülmemiştir; misyonu, belli bir düşünceyi veyâ görüşü doğrulamak veyâ yanlışlaşmak değildir; vazîfesi ideolojilere geçmişten malzeme temin etmek veyâ onların meşrûlaştırılması için dünden seçme veriler derlemek; ihtiyaçlara göre yazılmış reçetelere uygun kılıflar hazırlamak veyâ sâdece arzûlarımızı tatmin edecek, hoşumuza gidecek, zevâhiri kurtaracak bir takım bilgilere ulaşmak ve bunları tâliplisine sunmak hiç değildir. Gerçek târih, kollarında avunacağımız, hislerimizi tatmin edeceğimiz altın çağlar veyâ asr-ı saadetler keşfetmeye veyâ baş ağrıtacak alanları görmezden gelmek, bir daha bunların semtlerine uğramamak için, bu sakıncalı alanların sınırları çizmeye çalışmak da değildir. Gerçek târih, geçmişte kahramanlar veyâ hâinler bulmakla, münhasıran çatışan sınıflar belirlemekle; faydalılar ve zararlılar kategorileri oluşturmakla; kısacası akları ve karaları tasnif edip sergilemekle uğraşmaz. Aksine gerçek târih, olanı ve yaşananı gücü yettiği, verilerin imkân verdiği ölçüde olduğu gibi, görebildiği kadarıyla tesbit etmeye, ortaya koymaya ve göstermeye çalışır.
Gerçek târihçi de böyledir. O, görüşlerine ihtiyaç duyulduğunda başvurulan, kendisinden siyâsî veyâ ideolojik maslahatlara uygun cevaplar istenen; câiz mi, değil mi formülasyonu içinde çalışması, bu çerçevede fetvâ vermesi arzulanan, târihî verileri bir ideolojiyi desteklemek veyâ yerin dibine batırmak için kullanan kimse değildir. Hele hele şu veyâ bu ideolojinin adamı hiç değildir. Çünkü, hangi türü olursa olsun, târihçiyi târihî hakîkate ulaşmaktan alıkoyacak bir şey varsa, o da ideolojidir. İdeoloji, târihçiliğe soyunan insanı kör eder; târihî verileri tahrif etmesine, ideolojisine uymayan durumlarla karşılaştığı zaman, onları eğip bükmesine ve ideolojisiyle uyumlu hâle getirmesine veyâ en azından görmezden gelmesine sebep olur. Târihçi, zihnini ve çalışma alanını temelsiz spekülasyonlara ve ideolojik manipülasyonlara kapatmak zorundadır. Gerçek târihçinin vazîfesi, târihte kahramanlar veyâ hâinler aramak da değildir. Ona, hâkim veyâ savcı rolü biçilemez. O, anlamak ve anlatmakla yükümlüdür. Onun, mümkün olan bütün imkânları kullanarak ortaya çıkardığı, anladığı ve anlattığı târih bilgisi, hiç şüphesiz, kendisi dışındaki insanlar tarafından farklı anlaşılabilir, farklı maksatlar için kullanılabilir, farklı hedeflere ulaşmanın aracı hâline getirilebilir. Fakat, bu durumda artık sorumlu târih ve târihçi değildir; târihçi vazîfesini yapmış, ilminin gereklerine riâyet ederek ulaştığını düşündüğü târihî gerçekliği ortaya çıkarmış ve insanların istifâdesine sunmuştur. Bu noktadan îtibâren târihçinin dışındaki herkes, kendi kâbiliyetine ve müktesebâtına göre, kendisine sunulan bilgiden istifâde etmekte serbesttir; fakat artık, düşebileceği hatâları târihin veyâ târihçinin sırtına yüklemek hakkına sâhip değildir; bunlar kendisine âittir; kendi yorumlarıdır, kendi doğruları veyâ yanlışlarıdır; dolayısıyla sorumlu târih veyâ târihçi değildir.
Bu noktada şöyle bir muhtemel soru akla gelebilir: ‘O hâlde, târihle ilgili olarak sâdece târihçiler mi fikir beyan edecektir; başkalarının bu hususta araştırma, inceleme, konuşma ve yazma hakkı yok mudur?
Böyle bir muhtemel soruya cevâbımız şu olacaktır: Târih, münhasıran akademik mânâda târihle meşgul olanların inhisârında değildir; herkes meşgul olabilir; herkes araştırma, inceleme, tahlil ve değerlendirme hakkına sâhiptir. Ancak, bunun için târih disiplininin gerektirdiği ilmî metodlara riâyet etmek şarttır. Kişi samîmiyetle, ‘bu disiplinin gereklerini biliyorum ve onlara riâyet ediyorum’ diyebiliyorsa, onun elini-kolunu bağlamak gibi bir yetkiye sâhip değiliz. Popüler niteliğinin de bulunması dolayısıyla, târihe karşı gösterilen ilgi takdir edilebilir; ancak, bu çerçevede ortaya konulan ürünlerin, yazılan yazıların ilmî değil, popüler nitelikli oldukları en azından hissettirilmeli; varılan netîcelerin kesin kanaatler ve târih ilminin şu safhada tesbit ettiği nihâî netîceler olmadığı okuyucuya ihsas ettirilmelidir. Aksi bir durum, hâriçten gazel okumak olur.
Son olarak şunu da ilâve edelim: Târihçi uzaydan gelmiş insan değildir; belirli bir cemiyet içinde doğmuş, büyümüş, eğitim almış ve içinde büyüdüğü cemiyetin inanç ve kültür kodlarıyla donanmıştır. Bu sebeple, ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın, içinde yaşadığı cemiyetin temel kültür ve inanç dinamiklerinin bütünüyle dışına çıkamaz; bu kültürün temel değerleriyle görür, duyar, okur, anlar, tahlil ve yorumlarda bulunur. Ondan bütünüyle objektif olması beklenemez. Çünkü, sözünü ettiğimiz kültürel dinamikler, inançlar veyâ ideolojiler, üzerindeki bir palto gibi değildir; çalışmaya başlamadan önce, bunları çıkararak, bir torbaya dolduramaz, bir askıya asamaz veyâ bir gardıroba yerleştiremez. Biz, bir târihçi olarak, İstanbul’un Türkler tarafından alınışını, “İstanbul’un fethi” olarak tanımlarız; umûmî olarak İslâm dünyâsının üyesi olan bir târihçi de aynı ifâdeyi kullanır; fakat bir Yunanlı târihçi, “İstanbul’un işgâli” diyebilir; Batılı bir târihçi, en hafif deyimle, “İstanbul’un düşüşü” ifâdesini kullanır. Târih ilmi, târihçiye bu kadar bir sübjektiflik hakkını tanımak zorundadır ve kanaatimizce tanır. Bu şekilde kullanılan ifâdeler, târihçinin objektifliğine halel getiremez. Târihçiden aksini beklemek, onun içinde yetiştiği cemiyetin hem kendisine, hem de temel değerlerine ihânet etmesini istemek olur. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Objektifliğe halel getirecek davranış, hâdiseleri ve olguları bilerek ve isteyerek olduğunun dışında yorumlamak; akı kara, karayı ak göstermeye çalışmak, yâni tahrif etmektir. Böyle bir davranış ise, taammüden cinâyet işlemekten farksızdır.
Bu yazı, daha önce Muhafazakâr Düşünce, Tarih II, Sayı: 8 (Bahar, Ankara 2006), s 45-59. yayınlandı.
Bu yazı, akademik üslûbun sıkıcı kalıpları içinde, alanın üstatlarının görüşlerini tahlil ve tenkit etmek maksadıyla kaleme alınmadı. Dolayısıyla kaynak gösterme, dipnotlarla görüşlerimize destekler arama külfeti bütünüyle bir tarafa bırakıldı. Yazı boyunca ileri sürülen düşüncelerin ve mülâhazaların tamâmı bize âittir. Biz, bütünüyle akademik bir yazı kaleme almak istemedik; aksine, okuyucuyla dobra dobra, samîmî bir sohbette bulunmayı arzûladık. Fakat akademik zihniyeti ve yaklaşımı bir tarafa bırakmayı da düşünmedik. Ancak, yazımızı yine de bir deneme olarak görebilirsiniz. Şunu da söylemeliyiz ki, aşağıda belki de beklediğinizden farklı bir târih anlayışıyla karşılaşacaksınız. Bunu da normal görmelisiniz.
Târih, Türkiye’de târihçilik ve târih anlayışıyla ilgili düşünceleri-mizi, yazımızın başlığından da anlaşılacağı üzere, üç başlık altında toplayıp sunmak istiyoruz. Önce, târihin ne olduğu ile ilgili kanaatlerimizi aktaracağız; ardından, târihin niçin çalışıldığına veyâ ne maksatla çalışılması gerektiğine dâir düşüncelerimizi ortaya koyacağız; son olarak da, bir çalışma alanı ve ilim dalı olarak târihin esas îtibâriyle kimlere bırakılması gerektiği husûsundaki fikirlerimizi paylaşacağız.
1. Târih Nedir?
Târih üzerine yazılan yazıların çoğunda, ‘târih nedir’ sorusu sık sık yer alır. Biz böyle bir soru sorup, buna bir takım anlaşılmaz cevaplar bulmaya girişmeden, bir çok târihçinin veyâ târih felsefecisinin ‘târih şudur’, ‘târih budur’ yollu düşüncelerini aktarmaya kalkışmadan, böyle bir soruya kendimizce cevap oluşturabileceğini düşündüğümüz şahsî fikrimizi kestirmeden söylemek isteriz: Târih, bizce hâfızadır. Bunu millî hâfıza ve beşerî veyâ cihan-şümûl hâfıza diye ikiye ayırmak mümkündür. Tek bir milleti dikkate alıyorsak, millî hâfızadan; millet ayırımı yapmadan bütün insanlığı hesâba katıyorsak, beşerî veyâ cihan-şümûl hâfızadan söz ediyoruz demektir. Bu bakımdan, dünyâda ne kadar millet varsa, o kadar da hâfıza var diyebiliriz. Fakat üzerinde yaşadığımız yerkürede bütün insanların –hangi coğrafyada, hangi mekânda yaşarlarsa yaşasınlar–, bâzı farklılıklar gözlense bile, insan olmaktan kaynaklanan ortak yönleri, benzer idrâkleri, benzer korku ve sevinçleri, İslâmî terminoloji ile benzer mebde’ ve me’âd anlayışları, benzer evren ve metafizik düşünceleri, bir çok bakımdan kesişen ortak hayat tarzları vardır. Bütün bunlar, ortak bir hâfızanın teşekkülünü mümkün kılar; öyleyse bu çerçevede bir de cihan-şümûl hâfızadan söz edebiliriz. Parti, grup, dernek, futbol takımı gibi âidiyetlerin oluşturduğu ortak hâfızayı ise bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.
Hâfıza geçmişle ilgilidir; diğer bir deyişle hâfızamız geçmişte oluşur; bu, fert fert hepimiz için geçerlidir. Başka bir ifâdeyle, her insanın bir hâfızası vardır ve bu, dünyâya gelişimizden içinde bulunduğumuz âna veyâ idrâk ettiğimiz yaşa kadar başımızdan geçenlerin, fâili veyâ mef’ûlü olduğumuz fiillerin tamâmının hâsılasıdır; bunu kültürel kimliğimiz olarak da görebiliriz. Biz, insan olarak etimizin, kemiğimizin, kanımızın dışındaki varlığımızla büyük ölçüde bu hâfızanın mahsûlüyüz. Hâdiseler karşında gösterdiğimiz tepkilerin aldığı istikâmeti bu hâfıza belirler. Fert olarak başka insanlara bakışımızı bu hâfıza şekillendirir; sevgilerimizi, nefretlerimizi bu hâfıza biçimlendirir. Komşumuzu, köylümüzü, şehirlimizi, bir bütün olarak ülkemizin insanlarını, bu hâfıza yardımıyla benimseriz veyâ iteriz. Eğer o insanlarla daha önce, yâni geçmişte şöyle veyâ böyle bir ilişki içerisinde bulunmamış, bir takım mekânları paylaşmamış, bâzı hâdiseleri ortaklaşa yaşamamış olsaydık, diğer bir ifâdeyle, o insanlara karşı hâfızamızda olumlu veyâ olumsuz herhangi bir kanaat oluşmasaydı, pek muhtemeldir ki, kendilerine karşı nötr durumda kalırdık. Sokakta daha önce tanıdığımız birisini görünce selâmlaşırız; biraz hukûkumuz varsa sohbet ederiz; aynı mahallenin sâkini isek, karşılıklı âile fertlerimizin durumunu sorarız; can-ciğer dost isek, geçmişte birlikte yaşadıklarımızı hatırlarız, hâtıralarımızı paylaşırız. Karşılaştığımız kimse ile olan ilişkimizin niteliği olumsuz bir arka-plâna sâhipse, onu görmezden gelir, yolumuza devâm ederiz.
Böyle bir geçmişi paylaşmadığımız kimseler, bizim için yok gibidirler. Sokakta yüzlerce insanla karşılaşırız, fakat hiç birini tanımayız; hiç biriyle selâmlaşma ihtiyâcı duymayız: hiç birisiyle sohbete girişmeyiz. Hattâ bunu mânâsız buluruz; çünkü onlarla ortak bir geçmişimiz yoktur. Fizikî görünüşün çekiciliği dolayısıyla gösterilen alâka ise, burada dikkati çekmek istediğimiz konunun bütünüyle dışındadır.
Fakat ülkemizin dışına çıktığımız zaman, kendi ülkemizden bir insanla karşılaştığımız takdirde –ülkemizin hangi şehrinden olursa olsun– bir anda ona karşı yakınlık duyarız; onu akrabâmız gibi görürüz. Bu duyguyu bize, yaşadığımız ortak geçmiş verir; onunla aynı vatanı, aynı gelenekleri, aynı kültürel değerleri paylaştığımızı hatırlarız, biliriz ve tavrımızı bu bilgimiz şekillendirir. Eğer, dünyâmızın dışında başka bir dünyâ olsaydı ve oraya gitme imkânımız bulunsaydı, pek muhtemeldir ki, o dünyâda karşılaştığımız kendi dünyâlımızla da aynı şekilde ilgilenir ve onu kendimize yakın hissederdik. Bu hissi ortaya çıkaran da yine ortak bir mekânı ve ortak bir insanlık duygusunu paylaşmış olmamız keyfiyeti olurdu.
Demek ki hâfızamız bir yönüyle millî, diğer yönüyle cihan-şümûldür. Millî hâfızamız, bizim içinde yaşadığımız dünyâdaki kimliğimizi şekillendirir ve diğer milletlerle olan ilişkilerimizin niteliğini etkiler. Türk milleti olarak bizlerin Ruslara, İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, Rumlara, Bulgarlara, Çinlilere, Araplara, İranlılara veyâ başka bir millete bakışımızı da yine bu hâfıza şekillendirir. Bu bakışı etkileyen şey de yine onlarla geçmişte yaşadığımız ilişkilerin niteliğidir. Nitekim, bir İngiliz’e karşı duyduğumuz hislerin aynısını bir Kongo’luya karşı duymayız; Şili’li birisine bakışımızla, bir Rus’a bakışımız aynı değildir. Bir Rum’un veyâ bir Ermeni’nin zihnimizde uyandırdığı intibâ ile, bir İrlanda’lının uyandırdığı intibâ farklıdır. Olumsuz fikirlerimizin yoğun olduğu milletlerle aramızda geçmişte olumsuz hâdiseler cereyan etmiştir. Eğer intibâlarımız olumlu ise, yine aynı şekilde, aramızda geçmişte olumlu ilişkiler yaşanmış demektir. Fakat geçmişte hiçbir şekilde ilişki kurmadığımız bir milletin ferdi ile yüz yüze gelirsek, pek muhtemeldir ki, ilk intibâlarımız olumlu veyâ olumsuz duyguların ötesinde, nötr durumdadır. Onun hakkında zihnimizde bir kanaat oluşmaya başladıkça, duygularımız da değişir ve nötr durumumuz, olumlu veyâ olumsuz bir istikâmet alır.
Bu noktada, meselâ 1930’ların başında kurulmuş bulunan Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi’ni hatırlatabiliriz. Bu fakülte bünyesinde kurulmuş bulunan yabancı dillerle ilgili bölümler, hemen hemen istisnâsız, târih içinde şu veyâ bu şekilde ilişki kurmuş olduğumuz, ittifaklar oluşturduğumuz, yâhut savaşlar yaptığımız milletlerle ilgilidirler. Bu fakülte bünyesinde meselâ bir Çin dili ve edebiyâtı bölümü açılmıştır ama bir Malezya dili ve edebiyâtı bölümü açılmamıştır; bir Rus dili ve edebiyâtı bölümü vardır ama bir Nepal dili ve edebiyâtı bölümü yoktur. Bunun bir mânâsı olmalıdır ve söz konusu bölümlerin açılmasına karar verenler, hiç şüphesiz, böyle bir şuurla hareket etmişlerdir.
Bu mülâhazalar, târih hâfızadır derken neyi kastettiğimizi anlatmış olmalıdır. Çünkü târihin konusu, ilgi alanı ve malzemesi geçmiştir; o, geçmişte olup bitmiş, şu yâhut bu şekilde hâfızamızda yer etmiş şeyleri inceler. Bunların bir kısmı çok canlıdır; bir kısmı ise yaşadığımız andan geriye gittikçe silikleşir. Fakat onların silikleşmiş olmaları, hiç olmadıkları veyâ yaşanmadıkları mânâsına gelmez; onlar vardırlar; ne var ki, aramıza uzun bir zaman dilimi girmiş, zihnimizden izleri silinmiş veyâ hâfızamızın en ücrâ köşelerine itilmişlerdir. Bu durum, yâni târihin ele aldığı konunun bize uzaklığı veyâ yakınlığı, bizim objektiflik yâhut sübjektiflik durumumuzu etkiler. Hâfızamızda canlılığını koruyan, bizi olumlu veyâ olumsuz, ama mutlakâ etkileyen olgular karşısında daha az objektif oluruz. Olgunun cereyan ettiği veyâ yaşandığı zaman dilimi bizden uzaklaştıkça, objektifliğimizin derecesi de artar: Nitekim, meselâ Osman Bey, Orhan Bey, Sultan Murad, Fâtih, Yavuz veyâ Kânûnî’ye bakışımızla, II. Abdülhamîd’e yâhut Vahdeddîn’e bakışımızın farklı olması, bu hükümdarların yaptıklarından ziyâde, bize yakın bir dönemde yaşamış olmalarıyla doğrudan ilgilidir. Abdülhamîd veyâ Vahdeddîn, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde değil de, meselâ XV. veyâ XVI. asırlarda yaşamış şahsiyetler olsalardı, pek muhtemeldir ki, kendilerine karşı beslenen hislerin niteliği de bugünkünden çok farklı olacaktı.
Şu hâlde bizler, aynı zamanda hâfızamızın doğrudan etkisi altındayız. Bu durum, sıradan insan için de, meslek olarak kendisine târihi seçmiş insanlar için de geçerlidir. Dolayısıyla, bugün ülkemizde târihle ilgili yaşanan sıkıntıların, anlaşmazlıkların, farklı, hattâ birbirine zıt bakış açılarının müşâhede edilmesinin asıl sebebi de budur. Ve işte bunun için ilmî bir târihçiliğin yol göstericilğine ihtiyaç vardır. Çünkü, ilim soğuk-kanlılık gerektirir; peşin hükümlerin ve kesin kanaatlerin ilimde yeri yoktur veyâ olmamalıdır. Bizi, hislerimizin esîri olmaktan kurtaracak yegâne yol, ilmî yaklaşımdır; zîrâ, ilmî yaklaşım, kendisine bir takım metodolojik vazgeçilmezleri rehber edinmek, bir takım prensiplere göre hareket etmek durumundadır. Ancak bu şekilde hâfızamızın arka-plânında nelerin olup bittiğini ve bunların günümüzü ve bugünkü hayâtımızı nasıl etkilediğini nisbeten doğru anlama imkânını elde edebiliriz. Nisbeten diyoruz; çünkü, geçmişi, hâfızamızın arka-plânında olup bitenlerin hepsini, bütün açıklığıyla, bütün yaşanmışlığıyla, olduğu gibi ortaya koymak, bizzat târihin bile üstesinden gelebileceği bir iş değildir.
Öyleyse târihi, geçmişi, dolayısıyla hâfızamızın arka-plânını oluşturan hâdiseleri, yaşandıkları şekilleriyle görme veyâ tesbit edebilme imkânından mahrûmuz. Düne gidemeyiz; olguları, yaşandıkları hâlleriyle fotoğraflayamayız; bunların –bugün olduğu gibi– yaşanmış şekilleriyle filmlerini çekemeyiz. Bunu başarma imkânımız olsaydı bile, olguların fâillerinin zihinlerinden gerçekte nelerin geçtiğini tesbit edemezdik. Biz dünü, dünün olgularını veyâ hâdiselerini, ancak bir takım verilerin yardımlarıyla anlamaya çalışırız. Ne var ki, bu veriler yüzyılların gerisinden seçile seçile, ayıklana ayıklana bize ulaşmışlardır. Bize ulaşanların çoğu da, yine bizler gibi insanlar tarafından bırakılmışlardır. O insanların da duyguları, düşünceleri, hırsları, nefretleri, inançları, kültürleri, etkilendikleri kendi hâfızaları vardı. Bir verinin çok eski devirlerden kalmış olması, onun mutlakâ doğru, yanılmaz ve yanıltmaz olduğu mânâsına gelmez. Biz bugün nasıl yanılmak ve yanıltmak, etkilemek veyâ etkilenmek durumunda isek, dünküler de öyleydiler. Bugün bir târihçi olarak bizlerin, sâdece veriyi değil, onu bırakanın kişiliğini de öğrenme ihtiyâcı duymamız, bu yüzden değil midir?
Dünün bilgileri, prizmanın ışığı kırarak bize yansıtması gibi, zaman prizmasından kırılarak bize ulaşırlar. Dolayısıyla, hakîkati tam olarak aksettirmezler. Bu durum, yazılı kaynaklar için bile böyledir. Onları kaleme alanlar, kendi tercihlerine göre hareket etmişlerdir. Bugün, dünü anlamak açısından bizim için çok mühim görülen bâzı bilgiler, bize bilgi aktaranlar için hiç de dikkate değer bulunmamış ve eserlerine yansıtılmamış olabilirler. Dolayısıyla geçmişin bütün bilgilerine ulaşma imkânını hiçbir zaman bulamayız. Öyleyse, ele aldığımız târihî bir konuyu veyâ olguyu ne kadar bol veriyle değerlendirmeye çalışırsak çalışalım, onların hakîkatlerine yine de matematik kesinliğiyle vâkıf olamayız. Târihî bilgi olarak inşâ edip sunduğumuz geçmiş, o geçmişin bizzat kendisi değil, bizim bilgilerimizin, tahlillerimizin ve yorumlarımızın oluşturduğu izâfî bir geçmiştir. Söz konusu verilerin ışığında yeniden inşâ etmeye çalıştığımız geçmiş veyâ olgu, her ne kadar bir takım vesîkaların ve bilgilerin üzerine oturtulmuş olsa bile, yine de bizim şahsî bilgimizin, kâbiliyetimizin ve yorumumuzun ürünü olmaktan kurtulamaz. Çünkü, söz konusu vesîkalar veyâ bilgiler, bizâtihî konuşmamakta, onları bizler konuşturmaya, konuştuklarını anlamaya ve anladıklarımızı anlatmaya çalışmaktayız. Bu husustaki başarımız, kim olursak olalım, ne kadar büyük târihçi sıfatı taşırsak taşıyalım, her vakit tartışmaya açıktır. Zîrâ, araştırmalarımız ve incelemelerimiz sonunda ortaya koyduğumuz çalışmamız, dayandığı kaynaklar ne olursa olsun, yine de bizim eserimizdir; bizim düşüncelerimizi, bizim bakış açımızı ve bir bakıma bizi yansıtır; mutlak hakîkatin tâ kendisini değil.
Şu hâlde, sosyal bilimlerin tamâmında olduğu gibi, târih ilminde de mutlak hakîkate ulaşmak söz konusu değildir; bu alanda hiçbir zaman iki kere ikinin dört ettiği iddiâ edilemez. Eğer öyle olsaydı, daha önce defalarca çalışılmış, araştırılıp incelenmiş bir konu, bir kez daha başka birisi tarafından incelenmezdi. Meselâ, İstanbul’un fethiyle ilgili bir eser hazırlanır ve dosya kapatılırdı; bir daha aynı konuya tekrar dönülmezdi. Oysa, hiç de öyle yapmıyoruz; târihî bir olguyu tekrar tekrar masaya yatırmaktan vazgeçmiyoruz. Çünkü geçen her yıl, her ay ve hattâ her gün, daha önce defalarca çalışılmış bir konuyla ilgili olarak bize yeni bilgilere ulaşma, dolayısıyla konuyu bir kez de bu bilgilerin ışığında ele alma imkânı sunmaktadır.
Demek ki, târih söz konusu olduğunda gerçekten çok kaygan bir zeminde yürümekteyiz. Bu zeminde yürümenin metodunu ve araçlarını iyi bilmek mecbûriyetindeyiz. Eğer bu metodu ve araçları iyi kullanmasını bilmiyorsak, hem kendimizi, hem de okuyucumuzu yanıltmaktan kurtulamayız.
***
2. Târih Niçin Çalışılır, Niçin Gereklidir?
Yazımızın başlığında ‘târih niçin çalışılır’ şeklinde bir sorunun sorulduğu gözlerden kaçmamış olmalıdır. Bizler târihçi olma iddiâsındayız; bunu sırf meşgale olsun diye mi yapıyoruz; sâdece geçmişten hikâyeler nakletmek, insanlara hoşça vakit geçirtmek düşüncesiyle mi emek sarf ediyoruz; tozlu arşiv ve kütüphâne köşelerini arşınlamayı gerçekten çok mu seviyoruz; kendimizi tatmin etmekle mi vakit geçiriyoruz?..
Yüz yıl öncesinden günümüze kadar zaman zaman tartışma konusu edilen bir husus vardır: Sanat sanat için midir, yoksa ‘toplum’ için midir? Aynı soruyu târih için de sormak pekâlâ mümkündür: Fakat böyle bir soru, bize, tavuk mu yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan suâli kadar mânâsız gelmektedir. Çünkü, çalışmalarımızın netîcesi olarak ortaya koyduğumuz eserimiz, ‘toplum’a sunulmayacaksa, ne işe yarayacaktır?
Öyleyse niçin târih çalışıyoruz ve niçin târihle ilgileniyoruz? Yukarıda sergilenen mülâhazalar bir kere daha gözden geçirilirse, bu sorunun cevâbının, aslında çoktan verilmiş olduğu görülür. Dikkati çekeceği üzere, defalarca hâfıza kelimesi kullanıldı. Evet, târih hâfızadır. Fert fert hepimizin hâfızasıdır; bir bütün olarak cemiyetin tamâmının hâfızasıdır. Fert olarak eğer hâfızamızı kaybetmiş olsaydık, kendimizi nasıl hissederdik? Annemizi, babamızı, yakın cedlerimizi tanımasaydık; bugün bulunduğumuz yere nasıl geldiğimizi bilmeseydik, acabâ nasıl bir ruh hâleti içinde olurduk? Son derece emîniz ki kendimizi iyi hissetmezdik. Ruh sağlımız bozulurdu; hattâ kendimizle kavgalı duruma düşerdik; başka bir ifâdeyle istikâmetimizi kaybederdik… Târihî hâfızasını kaybeden veyâ problemli bir târihî hâfızaya sâhip olan milletler de aynı duruma düşerler. Dolayısıyla, ruh ve beden sağlığımızın devâmı kadar, sosyal sağlığımızın devâmı için de sağlıklı bir hâfızaya sâhip olmalıyız.
Fakat bugünkü târih eğitimimizin bunun farkında olduğu pek söylenemez. Bunu, eğitim çağındaki gençlerimizin târihle ilgili düşüncelerini sorguladığımız vakit açıkça görürüz. Gençlerimizin büyük bir ekseriyetinin târihi pek de sevmedikleri sır değildir. Bunda, bizzat târih anlayışımızın veyâ târih olarak onlara vermeye çalıştığımız bilgilerin niteliğinin de payı olmalıdır. Çünkü târih deyince, gençlerimizin ekseriyetinin savaşları, antlaşmaları, antlaşma târihlerini ve maddelerini, hükümdarların hayat hikâyelerini ve benzeri konularını anladıklarını görürüz. Oysa bütün bunlar târihin teferruat bilgileri olmak durumundadır. Târih bunlar veyâ en azından bunlardan ibâret değildir; târih aynı zamanda bir vizyondur; bir şuur hâline ulaşma ameliyesidir; bulunduğumuz noktanın neresi olduğunu idrâktir; kişinin bizzat kendi varlığının farkına varmasıdır; çevremizde nelerin olup bittiğini ve bunların ne mânâya geldiğini kavramaktır.
Bugün Türkiye’de olup bitenlerin; kavga konusu hâline gelen, milletimizin fertlerinin üzerinde fikir-birliği tesis etmekte zorlandıkları ihtilâflı konuların; zaman zaman biribirimizi düşman bloklar gibi görmemize sebep olan tartışma noktalarının tamâmını gözden geçirdiğimizde, bunların hemen hemen hepsinin günümüze dünden intikal ettiğini görürüz. O hâlde, sırtımızda târihten intikâl eden çok ağır bir yük taşıyoruz demektir. Bu yükün gerçek niteliğini bilmediğimiz için de, millet olarak biribirimizle kavga edip duruyoruz. Ekonomik problemler dolayısıyla kavga çıkarıldığını görüyor muyuz? Geçim sıkıntıları yüzünden biribirimize girdiğimiz vârit midir? Tıbbî bir mesele yüzünden sokaklara dökülüyor muyuz? Bir matematik probleminin çözümü sırasında farklı yollar ve metodlar tâkip ettiğimiz için kavga çıkarıyor muyuz?... Elbette hayır. Dikkat edelim: Sosyal hayâtımızda gerginliklere sebep olan bütün ihtilâflı noktalar, sosyal bilimlerin ilgi alanlarına giren konulardır; dindir, laikliktir, rejim meselesidir, çağdaşlaşmadır, Batılılaşmadır, dünyâya bakış açılarımızdır, yaşanan sıkıntılara farklı gözlüklerle bakma alışkanlıklarımızdır… Bunların tamâmı, bize dünden intikâl etmiştir; dolayısıyla doğrudan târihin ilgi alanında bulunmaktadır.
Bütün bu gerginliklerin sebebi, bizce tektir ve o da sağlıklı bir sosyal hâfızaya, târih bilgisine ve şuuruna sâhip olmayışımızdır. Diğer bir deyişle, zihnimiz karışıktır. Yaşanan sıkıntıların çevresinde odaklandığı ihtilâf noktalarının geçmişini bilmiyoruz; üzerinde asgarî bir fikir-birliği oluşturamadığımız konuların nasıl bir târihî arka-plâna sâhip olduğu husûsunda yeterli mâlumâtımız bulunmuyor. Kavgalarımızın temelini teşkil eden meselelerin bizzat kendileri hakkında yeterli bilgiye sâhip değiliz. Tartışmalarda kullandığımız terimlerin hakîkî mânâlarından bile habersiziz… Bütün bunları bir takım çekici sloganların hazır kalıpları içinde anlamaya, yorumlamaya ve ardından tavır almaya kalkışıyoruz.
Meselâ, din ve bilhassa İslâm söz konusu olduğunda, okumuşlarımızın büyük bir ekseriyetinin onun hakkında ne kadar bilgisiz olduğunu açıkça görürüz. İslâm’ın fert ve cemiyet için gerçekte neleri öngördüğü çoğumuzun meçhûlüdür; sosyal hayâtımızı, rejimimizi ve günlük yaşantımızı tahrip edeceğini zannettiğimiz İslâmî verilerin, bunu nasıl yapacağını gerçekten bildiğimiz söylenemez. Kişi, bilmediğinin düşmanıdır; dolayısıyla da tartışmalarımızı getirip içkiye, kumara, fâize, örtünmeye veyâ açılmaya, çok evliliğe, haram-helâl telâkkîlerine bağlama kolaycılığından kurtulamıyoruz; diğer bir deyişle İslâm denince sâdece bunları anlama eğilimindeyiz. Bu kolaycılığın bizzat İslâm’ı anlamama, tanımama, onun târihini ve kültürünü bilmeme olduğunu aklımızın ucuna bile getiremiyoruz. İslâm’ın bunlar veyâ en azından bunlardan ibâret olmadığını; bütün bunların belki de teferruattan ibâret şeyler olduğunu fark edemiyoruz. Onun sunduğu gerçek vizyonun ne olduğunu anlamak istemiyoruz veyâ en azından bu hususta zorlanıyoruz. Bizi geriye, karanlık devirlere götüreceğini zannettiğimiz İslâmî vizyonun hangi unsurlarının buna yol açacağı sorusunu cevaplamaktan kaçınıyoruz. Bir takım basma-kalıp fikirlerin ve cevapların doğru olduğunu zannediyoruz…
Kezâ, yakın geçmişimizi oluşturan Osmanlılar hakkındaki düşüncelerimiz de farklı değildir; Osmanlı dönemi denince, zihnimizde kap-karanlık bir devir tahayyül etme eğilimindeyiz. Bir despotun milletimizi yüzyıllar boyunca demir bir cenderenin içinde ezip un-ufak ettiğini zannediyoruz. O dönemde zulümden, adâletsizlikten, haksızlıktan, baskıdan, hoşgörüsüzlükten, farklı fikirlere tahammülsüzlükten, insanları zorla bir kalıba sokmaya çalışma uygulamalarından başka bir şey olmadığını düşünüyoruz…
Oysa bütün bu düşünceler sâdece bizim düşüncelerimizdir; bize öyle olduğu yönünde empoze edilen düşüncelerdir; deyim yerinde ise, beynimizin spekülatif propagandalarla yıkandığının farkında bile değiliz. Tabiatiyle, bu propagandalara kolayca teslim olmamızın tek sebebi de târihî cehâletimizdir; dünde gerçekten ne olup bittiğine dâir sağlıklı bilgilerimizin bulunmayışıdır. Bu yüzden de, neredeyse geçmişimizden, atalarımızdan utananlarımız vardır. İçimizde, atalarımızın Avrupa’nın ortalarına kadar gitmiş olmalarından utanç duymayanlar az değildir; İstanbul’u Bizans’ın elinden almamızı bir utanç vesîlesi olarak görenlerimiz bile görülebilmektedir. Bugünkü Avrupa nezdindeki îtibârımızın târihimiz, atalarımız, onların yaptıkları yüzünden olumsuz olduğunu düşünenlerimiz çoktur. Bu sebeple redd-i mîrâstan bile çekinmiyoruz. ‘Kusura bakmayın, bizden öncekiler öyle yapmışlar, ama bizler onlar değiliz; ne olur bizi affedin’ demekten başka bir mânâ taşımayan ve bugün her tarafta örnekleri bol bol görülebilecek olan davranışlarımızın, tavırlarımızın, aşağılık duygularımızın sebebi bir bakıma budur; târihî cehâletimizdir; târihte olup bitenlerin ne mânâya geldiğini anlama ve yorumlama kâbiliyetimizin bulunmayışıdır. Hâdiseleri geniş bir bakış açısıyla değerlendirme bilgisine sâhip olmayışımızdır.
Fen bilimleri alanlarında çalışanların büyük bir ekseriyetinin, muhtemelen mesleklerinin gereği olarak, daha ziyâde meslekî bilgilerle donatıldıkları, bu sebeple de sosyal meseleleri tahlil ve değerlendirmede zorlandıkları dikkati çeker. Onların bu bilgi arka-plânları, kendilerini köşeli düşünmeye alıştırmıştır; dolayısıyla içlerinde pek azının derinliğine bir din, târih, felsefe, sosyoloji, psikoloji edebiyat, sanat ve estetik… bilgisinin olduğu inkâr edilemez. Bu bilgi eksikliği ve ufuk darlığı, kendilerinin sosyal ve siyâsî hâdiseleri yorumlamalarını zorlaştırmakta; bu tür hâdiseler karşısında, yetersiz bilgi sâikıyla ölçüsüz tepki gösterebilmektedirler. Nitekim, şu son zamanlarda cereyân eden bir takım hâdiselere gösterilen aşırı tepkilerin mühim bir kısmının, bu bilgi eksizliğinden kaynaklandığı söylenebilir.
Târih, en azından işte bu problemlerin çözümü için gereklidir. Ama, çarpıtılmamış bir târihin rehberliğine ihtiyâcımız vardır; olanı olduğundan farklı, büyük veyâ küçük gösterme gayreti içinde bulunmayan bir târih anlayışı bize rehberlik edebilir. İdeolojilerin peşin hükümlerine kurban edilmemiş bir târihe muhtâcız. Hâdiseleri, yaşanmışlıkları, teşekkül etmiş düşünceleri bile bile, göz göre göre çarpıtmaya yeltenmeyen bir târih vizyonu gerekmektedir. Zîrâ hem düne, hem bugüne, hem de geleceğe ışık tutacak yegâne vâsıta, sâdece ve sâdece sağlam bir târih bilgisidir; çarpıtılmamış bir târih bilgisidir; târihî mecrâsından saptırılmamış bir geçmiş bilgisidir.
Ünlü İngiliz târihçisi A. Toynbee, târihî hakîkati tahrîfi ahlâksızlık sayar: “Hakikati tahrif edip de suçsuz kalmak imkânsızdır. Hakîkati tahrif etmek, fikir adamına yakışmayan bir hareket olduğu gibi, aynı zamanda politik bir ahlâksızlıktır da.” Biz, yaklaşık yüz-elli küsûr yıldır işte bu politik ahlâksızlığı yaşıyoruz. Kendi kâbiliyetsizliklerimizi târihimizin sırtına yüklemeye, cehâletimizi bir tarafa iterek karanlığa yumruk savurmaya, dünümüzü mahkûm etmeye, atalarımızı suçlamaya ve böylece işin içinde sıyrılıp çıkmaya çalışıyoruz.
Oysa yeterince ve dürüstçe ulaşılıp, incelenip sunulmuş bir dün bilgisine sâhip olsaydık, bugünkü fikir keşmekeşini, kafa karışıklığını ve zihin bulanıklığını da yaşamayacaktık; ayaklarımızı daha sağlam yere basacaktık; kendimizden, târihimizden, atalarımızdan, öz medeniyetimizden utanmayacaktık; dolayısıyla, şu öldürücü aşağılık duygusunu da yaşamayacaktık. Kendimize güvenimiz olacaktı; ne yaptığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi, târihî misyonumuzu, medeniyetimizin mânâsını ve istikâmetini bilmiş olacaktık; kısaca zihnimiz daha duru, daha sâkin ve daha rahat olacaktı.
Bu bakımdan târihi biz, sâdece dünün bilgilerine ulaşma gayreti olarak görmüyoruz. Onu, aynı zamanda insanlarımıza sağlam bir geçmiş ve gelecek vizyonu sunma gayretinin vâsıtası olarak da telakkî ediyoruz. Evet târih, esas îtibâriyle objektif bilgiye ulaşma ameliyesidir; fakat mücerret objektif bilgi, hiçbir işimize yaramayacaksa, ne mânâsı vardır? Bu bilgi, olduğu yerde, olduğu gibi, çarpıtılmamış hâliyle zâten duruyordu ve bundan da rahatsız değildi. Bizler, böyle bir bilgiyi gün yüzüne çıkarmak istiyorsak, bir hedefimiz de var demektir. Bu hedef, hiç şüphesiz, mâzîden âtîye köklü ve sağlam köprüler oluşturmaktır. Yahyâ Kemâl, “Kökü mâzîde olan âtîyiz.” derken, hiç şüphesiz, bu noktaya işâret ediyordu.
Şu hâlde biz, aynı zamanda mâzînin ürünleriyiz. Târih sahnesindeki yerimizi bir anda almadık; kültürümüzü, maddî ve mânevî değerlerimizi akşamdan sabâha oluşturmadık; düşünce dünyâmız, kâinâtı ve dünyâyı idrâk kültürümüz, bir anlık gayretin netîcesi değildir. Bütün bunlar, uzun bir târihî geçmişin içerisinde şekillenmiş, vücut bulmuş ve bize ulaşmıştır. Bugünkü cemiyetimizin çalkantılar içinde bocalamasının bir sebebi de, kanaatimizce dünle-bugün arasında sağlıklı köprüler kurulamaması, redd-i mîrâsın çıkar yol olarak görülmesi ve binlerce yıllık bir târihî geçmişin, yüzyılı bulmayan bir zaman dilimiyle sınırlanmaya kalkışılması olsa gerektir. Bilmek gerekir ki, toprağın derinliklerine kök salmış ağaçların azametleri, köklerinin çok derinlerde bulunmasından gelmektedir. Köksüz milletler, mevsimlik nebatlar gibidirler; hafif bir rüzgârla pekâlâ yerlerinden sökülüp, savrulup giderler. İşte bu sebepledir ki, Afrika’da çok yakın bir geçmişte istiklâllerini kazanmış olan devletlerin çoğunun kendileri için bir târih îcâd etme ihtiyâcı duyduklarını görüyoruz. Çünkü, bir cemiyetin ayakta kalabilmesi, varlığını sürdürebilmesi için hâfızaya ihtiyâcı vardır; o hâfıza da târihtir. Kezâ, yine bu ihtiyaç dolayısıyla değil midir ki, bugünkü Cumhûriyetimizin kurucuları, kendi mücâdelelerine uygun bir târih kurgulamak lüzûmu duymuşlardır? Târih gereklidir; çünkü, bugünkü varlığımızın meşrûiyet temelleri orada bulunur. Yeter ki iyi bakmasını bilelim.
***
3. Târih Kime Bırakılmalıdır?
Ne var ki, Türkiye’de en tâlihsiz ilim dallarından birisisinin târih olduğu görülüyor. Eğer aynı nitelikte ikinci bir ilim dalı zikredecek olursak, bunun da din ve ilâhiyat olduğunu söyleyebiliriz. Târih için ilim kelimesini bilerek kullandık. Evet târih, gerçekten bir ilim dalıdır; ancak sosyal bilimlerin içerisinde yer alan bir ilim dalı. Dolayısıyla, hâdiseleri fen ve teknik bilimlerin metodolojisiyle, terimleriyle ve bakış açısıyla incelemek mecbûriyetinde değildir. Onu ve uğraştığı konuları –fen bilimlerinde olduğu gibi– ‘deney’e tâbi tutamayız; laboratuarlara sokamayız; incelediği konuları fen bilimlerinin test usûlleriyle test edemeyiz. Pozitif bilimlerin metodolojisi ve bakış açısı, sosyal bilimlerin ilgi alanlarına giren konuların çözümünde ve anlaşılmasında, sanıldığı gibi, bize pek de yardımcı olamaz. Zîrâ bunların farklı nitelikleri vardır; farklı kulvarlarda hareket ederler; dolayısıyla kendilerine has metodolojileri, terminolojileri ve bakış açıları olmak zorundadır ve vardır.
Târihin Türkiye’de en tâlihsiz ilim dallarından birisi olduğunu söyledik. Bu tâlihsizlik, hemen herkesin târih üzerine fikir beyân etmesinden kaynaklanır. Aynı durum din için de söz konusu edilebilir; ancak bu husus konumuzun dışında kalmaktadır. Bu bakımdan diğer ilim dallarının büyük bir ekseriyeti târihten daha şanslıdır. Tıbbî bir konuyu, mutlakâ mütehassısına sorarsınız; fizik söz konusu olduğunda, yıllarca bu alanda çalışmış olanların fikirlerine îtibar edersiniz; kimyâ ile ilgili bir problemle karşılaştığınızda, bu alanda fikir beyân etmeye yetecek kadar eğitim almış birisinin düşüncesine başvurursunuz.
Bu durum, sâdece fen ve teknik bilimlerle de sınırlı değildir. Hukûkî bir meselede, bir hukukçuya, en azından bir avukata mürâcaat ederiz. Siyâset bilimi söz konusu olduğunda da durum böyledir; muhâtabınız şöyle veyâ böyle bir takım fikirler ileri sürse de, kendisi bile ileri sürdüğü fikirlerin doğruluğundan ekseriyetle emin değildir. Mîmarlık için mîmâra, müzik için müzisyene, güzel sanatların şu veya bu alanıyla ilgili olarak, alanın mütehassısına başvurduğumuz zaman doyurucu yâhut iknâ edici bir cevap alacağımızı düşünürüz…
Fakat târih böyle midir? Türkiye’de tıpçı târihle ilgili fikir beyân edebilir; sosyolog târihçiden geri kalmak istemez; felsefeci târihin kendi çalışma alanı içinde bulunduğunu düşünür; hukukçu târihçiliğe soyunur; hattâ sokaktaki insanlar bile kendisinde potansiyel târihçi gücü ve salâhiyeti görür. Deyim yerinde ise, hemen herkes, kendisinde târihle ilgili fikir beyân etme; târihî hâdiseleri inceleme, sorgulama, yorumlama ve hattâ ciddî ciddî yayın yapma hakkı bulur.
Biz bir târihçi olarak, tıbbî bir meselede fikir beyân etsek, pek muhtemeldir ki, en hafif deyimle “haddini bilmezlikle” itham olunabiliriz; iktisat üzerine teoriler üretmeye kalkışsak, istihzâ ile karşılaşırız; hukûkî bir problemi çözme iddiâsında bulunsak, ‘hukukçu musun’ sorusuna muhâtap oluruz; kimyâ ile ilgili iddiâlarda bulunsak, laboratuara girip ‘deney’ yapmaya yeltensek, kim bilir bu iddiâ ve hareketimiz “densizliğimize” yorulabilir. Dînî bir meselede mutlak görüş bildirmeye kalkışsak, kendini bilmezlikle itham olunabiliriz.
Ama konu târih olunca, hemen herkes mütehassıs gibi davranır. Hattâ, bir takım kişiler, “târih, târihçilere bırakılamayacak kadar ciddî bir iştir” diyerek, çalışma alanımızı bütünüyle sâhiplenmeye kalkışır. Evet târih, târihçilere bırakılmayacak kadar ciddî bir iştir; ama vazîfesini sâdece spekülasyon olarak gören; yazılarını ajitasyon malzemesi olarak kullanmaktan kaçınmayan; çalıştığı gazetenin patronunun ekonomik çıkarlarını koruyabilmek, dolayısıyla bundan kendisi de nemâlanmak için akı kara, karayı ak göstermekte tereddüt etmeyen; köşesinde hem savcılık, hem hâkimlik yapmayı mesleğinin incelikleri gibi düşünen; bu uğurda tahrik, tezyif, jurnal, îmâ, işâret ve hattâ her türlü hakâreti mübah sayan bir gazeteci târihle pekâlâ istediği gibi oynayabilir. Bir takım kânun maddelerinin köşeli kalıplarının dışına çıkamadığı; tek tercîhinin ak ve kara, suçlu ve suçsuz; tevkif ve berâat ikilisinden ibâret olduğunu zannettiği; vazîfesinin bütün insanları veyâ bir bütün olarak cemiyetin tamâmını aynı kalıba sokmak, bu kalıba girmeyenleri, yâhut girmekte direnenleri sakıncalı, sıra-dışı ve yola getirilmesi gerekli zararlı unsurlar olarak gördüğü için kendisinde “toplum” mühendisliği kudreti ve hakkı bulan bir takım hukukçular, bunun için târihe el atabilirler. Bir cemiyetin onu oluşturan fertlerin sayısı kadar farklı karakter ve kişiliklerden oluştuğunu bilmediği için, üzerinde çalıştığı bedende karşılaştığı habis bir urun mutlakâ sökülüp atılması gerektiği fikrinden başka bir çıkar yol düşünmeyen bir tabip, işine geldiği zaman târihten söz edebilir. Türkiye’de Türk milletinin nasıl bir sosyal hayat yaşadığını tedkik etmeden, onu Batı’da geliştirilmiş bir takım sosyoloji teorilerinin kalıplarıyla anlamaya, anlatmaya, açıklamaya çalışan ve bu kalıplara uymayan durumlarla karşılaştığı zaman, milleti suçlamayı uzmanlık zanneden bir takım sosyologlar da târihle diledikleri gibi flört edebilirler. Siyâsetçisi, mülkiyelisi, harbiyelisi, tiyatrocusu, sinemacısı, müzisyeni, aklınıza gelebilecek bütün meslek erbâbı, size târihten deliller sunabilir; iddiâsını savunmak için târihî verileri iknâ aracı olarak kullanmayı; onlara istediği mânâyı vermeyi, onu eğip bükmeyi ve istediği kalıba dökmeyi bir hak olarak görebilir. Fakat târihçi târihle uğraşamaz veyâ târih, târihçilere bırakılamayacak kadar ciddî bir iş oluverir!
Aynı mantıkla diğer ilim dalları için de benzer cümleler kurulabilir. Başka bir ifâdeyle, târihin dışındaki disiplinler için de, o ilimlerin, o ilimlerle uğraşanlara bırakılamayacak kadar ciddî işler olduğu ileri sürülebilir… Durum bu ise, bütün bu alanlarda eğitim veren kuruluşlara ne gerek var? Niçin tıp fakülteleri, hukuk fakülteleri; siyâsî bilimler, ilâhiyat, iktisat, diş hekimliği, mühendislik fakülteleri; güzel sanatlar okulları, konservatuarlar … açarız? Mâdem ki ihtisas diye bir mefhum tanımıyoruz; mâdem ki eğitime, bilgiye, bir mesleğe ve onun gerekli bilgilerini edinmek için yıllarca dirsek çürütmenin kazandırdıklarına îtibar etmiyoruz; öyleyse bu zahmetlere katlanmaya ne gerek var?
Bunu diyebiliyor muyuz? Sanırız, demiyoruz. Bedenî bir rahatsızlığımız varsa, aklımıza ilk gelen şey, bir hastaneye, bir doktora gitmektir. İyi ve estetik değer taşıyan bir binâ yaptıracaksak, bir mîmâra başvurmak; kânunluk, mahkemelik bir problemimiz varsa, bir avukata danışmak; psikolojik sıkıntılarımız varsa, bir psikologa görünmek; dişimiz ağrıyorsa, diş hekimine mürâcaat etmek; dînî bir cevap arıyorsak, bir müftüye veyâ bir ilâhiyatçıya danışmak… aklımıza gelen ilk yol olur. Fakat, târihle ilgili bir konuyla karşılaşırsak, hiç çekinmeden mütâlaa yürütürüz; hâdiseleri yorumlar, değerlendirir, istediğimizi suçlu, istediğimizi suçsuz, istediğimizi hâin, istediğimizi kahraman îlan etmekte tereddüt göstermeyiz.
Ne var ki, târih söz konusu olduğunda, hiç tereddüt etmeden fikir beyân edilir; meseleler derinliğine incelenmeden, kesin kanatlar ileri sürülebilir; hattâ herkesin bunlara inanması istenebilir. Şu hâlde, Türkiye’de herkesin bir târihi var demektir; fakat, bu târih gerçek târihçinin ilgi alanına girmez. Çünkü, gerçek târihçinin ilgi alanı, övme veyâ yerme, hâin veyâ kahramanlar bulma; ak veyâ kara alanlar keşfetme; karanlık veyâ aydınlar çağlar arama; iyiler ve kötüler tespit etme gibi iki zıt kutup arasında bocalayan; insana birini veyâ diğerini tercih etmekten başka çıkar yol bırakmayan bir alan değildir.
Gerçek târihçinin anladığı târihin çerçevesi önceden çizilmemiştir; varacağı netîce başlangıçta birebir öngörülmemiştir; misyonu, belli bir düşünceyi veyâ görüşü doğrulamak veyâ yanlışlaşmak değildir; vazîfesi ideolojilere geçmişten malzeme temin etmek veyâ onların meşrûlaştırılması için dünden seçme veriler derlemek; ihtiyaçlara göre yazılmış reçetelere uygun kılıflar hazırlamak veyâ sâdece arzûlarımızı tatmin edecek, hoşumuza gidecek, zevâhiri kurtaracak bir takım bilgilere ulaşmak ve bunları tâliplisine sunmak hiç değildir. Gerçek târih, kollarında avunacağımız, hislerimizi tatmin edeceğimiz altın çağlar veyâ asr-ı saadetler keşfetmeye veyâ baş ağrıtacak alanları görmezden gelmek, bir daha bunların semtlerine uğramamak için, bu sakıncalı alanların sınırları çizmeye çalışmak da değildir. Gerçek târih, geçmişte kahramanlar veyâ hâinler bulmakla, münhasıran çatışan sınıflar belirlemekle; faydalılar ve zararlılar kategorileri oluşturmakla; kısacası akları ve karaları tasnif edip sergilemekle uğraşmaz. Aksine gerçek târih, olanı ve yaşananı gücü yettiği, verilerin imkân verdiği ölçüde olduğu gibi, görebildiği kadarıyla tesbit etmeye, ortaya koymaya ve göstermeye çalışır.
Gerçek târihçi de böyledir. O, görüşlerine ihtiyaç duyulduğunda başvurulan, kendisinden siyâsî veyâ ideolojik maslahatlara uygun cevaplar istenen; câiz mi, değil mi formülasyonu içinde çalışması, bu çerçevede fetvâ vermesi arzulanan, târihî verileri bir ideolojiyi desteklemek veyâ yerin dibine batırmak için kullanan kimse değildir. Hele hele şu veyâ bu ideolojinin adamı hiç değildir. Çünkü, hangi türü olursa olsun, târihçiyi târihî hakîkate ulaşmaktan alıkoyacak bir şey varsa, o da ideolojidir. İdeoloji, târihçiliğe soyunan insanı kör eder; târihî verileri tahrif etmesine, ideolojisine uymayan durumlarla karşılaştığı zaman, onları eğip bükmesine ve ideolojisiyle uyumlu hâle getirmesine veyâ en azından görmezden gelmesine sebep olur. Târihçi, zihnini ve çalışma alanını temelsiz spekülasyonlara ve ideolojik manipülasyonlara kapatmak zorundadır. Gerçek târihçinin vazîfesi, târihte kahramanlar veyâ hâinler aramak da değildir. Ona, hâkim veyâ savcı rolü biçilemez. O, anlamak ve anlatmakla yükümlüdür. Onun, mümkün olan bütün imkânları kullanarak ortaya çıkardığı, anladığı ve anlattığı târih bilgisi, hiç şüphesiz, kendisi dışındaki insanlar tarafından farklı anlaşılabilir, farklı maksatlar için kullanılabilir, farklı hedeflere ulaşmanın aracı hâline getirilebilir. Fakat, bu durumda artık sorumlu târih ve târihçi değildir; târihçi vazîfesini yapmış, ilminin gereklerine riâyet ederek ulaştığını düşündüğü târihî gerçekliği ortaya çıkarmış ve insanların istifâdesine sunmuştur. Bu noktadan îtibâren târihçinin dışındaki herkes, kendi kâbiliyetine ve müktesebâtına göre, kendisine sunulan bilgiden istifâde etmekte serbesttir; fakat artık, düşebileceği hatâları târihin veyâ târihçinin sırtına yüklemek hakkına sâhip değildir; bunlar kendisine âittir; kendi yorumlarıdır, kendi doğruları veyâ yanlışlarıdır; dolayısıyla sorumlu târih veyâ târihçi değildir.
Bu noktada şöyle bir muhtemel soru akla gelebilir: ‘O hâlde, târihle ilgili olarak sâdece târihçiler mi fikir beyan edecektir; başkalarının bu hususta araştırma, inceleme, konuşma ve yazma hakkı yok mudur?
Böyle bir muhtemel soruya cevâbımız şu olacaktır: Târih, münhasıran akademik mânâda târihle meşgul olanların inhisârında değildir; herkes meşgul olabilir; herkes araştırma, inceleme, tahlil ve değerlendirme hakkına sâhiptir. Ancak, bunun için târih disiplininin gerektirdiği ilmî metodlara riâyet etmek şarttır. Kişi samîmiyetle, ‘bu disiplinin gereklerini biliyorum ve onlara riâyet ediyorum’ diyebiliyorsa, onun elini-kolunu bağlamak gibi bir yetkiye sâhip değiliz. Popüler niteliğinin de bulunması dolayısıyla, târihe karşı gösterilen ilgi takdir edilebilir; ancak, bu çerçevede ortaya konulan ürünlerin, yazılan yazıların ilmî değil, popüler nitelikli oldukları en azından hissettirilmeli; varılan netîcelerin kesin kanaatler ve târih ilminin şu safhada tesbit ettiği nihâî netîceler olmadığı okuyucuya ihsas ettirilmelidir. Aksi bir durum, hâriçten gazel okumak olur.
Son olarak şunu da ilâve edelim: Târihçi uzaydan gelmiş insan değildir; belirli bir cemiyet içinde doğmuş, büyümüş, eğitim almış ve içinde büyüdüğü cemiyetin inanç ve kültür kodlarıyla donanmıştır. Bu sebeple, ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın, içinde yaşadığı cemiyetin temel kültür ve inanç dinamiklerinin bütünüyle dışına çıkamaz; bu kültürün temel değerleriyle görür, duyar, okur, anlar, tahlil ve yorumlarda bulunur. Ondan bütünüyle objektif olması beklenemez. Çünkü, sözünü ettiğimiz kültürel dinamikler, inançlar veyâ ideolojiler, üzerindeki bir palto gibi değildir; çalışmaya başlamadan önce, bunları çıkararak, bir torbaya dolduramaz, bir askıya asamaz veyâ bir gardıroba yerleştiremez. Biz, bir târihçi olarak, İstanbul’un Türkler tarafından alınışını, “İstanbul’un fethi” olarak tanımlarız; umûmî olarak İslâm dünyâsının üyesi olan bir târihçi de aynı ifâdeyi kullanır; fakat bir Yunanlı târihçi, “İstanbul’un işgâli” diyebilir; Batılı bir târihçi, en hafif deyimle, “İstanbul’un düşüşü” ifâdesini kullanır. Târih ilmi, târihçiye bu kadar bir sübjektiflik hakkını tanımak zorundadır ve kanaatimizce tanır. Bu şekilde kullanılan ifâdeler, târihçinin objektifliğine halel getiremez. Târihçiden aksini beklemek, onun içinde yetiştiği cemiyetin hem kendisine, hem de temel değerlerine ihânet etmesini istemek olur. Buna da kimsenin hakkı yoktur. Objektifliğe halel getirecek davranış, hâdiseleri ve olguları bilerek ve isteyerek olduğunun dışında yorumlamak; akı kara, karayı ak göstermeye çalışmak, yâni tahrif etmektir. Böyle bir davranış ise, taammüden cinâyet işlemekten farksızdır.
Bu yazı, daha önce Muhafazakâr Düşünce, Tarih II, Sayı: 8 (Bahar, Ankara 2006), s 45-59. yayınlandı.
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.