Yağmur ATSIZ
Türk okur-yazarları arasında yaklaşık yüz yıldır iki eğilime sıkça rastlanır. Ya kendini dev aynasında görmek ya da dürbünün tersinden seyretmek eğilimleri... Bu, Tanzîmât'ın getirdiği bir hastalığın iki tezahürüdür. Yükselen Avrupa karşısında manevi ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılan Osmanlı/Türk kendine âid ne varsa hakir görmeğe, Avrupa'dan gelme herşeyi ise körü körüne yüceltmeğe yöneliyordu. Bir başka bölümü ise, fakat yine aynı aşağılık duygusunun neticesi olarak, kendine âid herşeyi kayıtsız şartsız üstün görme hummasına yakalanmışdı. Bu durum günümüze kadar uzanır.
Ağustos Ayı sadece Türk Tarihi'nde Büyük Zaferler Ayı değil aynı zamanda Muazzez Türk Matbuâtı'nın Lâf Kıtlığında Asma Budama Ayı'dır da!. Bu Ağustos budanan asmalardan biri de şu oldu: Matbaa denen ''gâvur icâdı''nı bu kör olasıca Osmanlılar 283 yıl gecikmeyle alırken bu rötara sebeb yobazlıkları mıydı yoksa elyazması kitab üretimiyle geçinen loncaların ekmek parasıyla oynamama kaygısı mı? Herkes canı ne isterse onu tartışmakda elbet hürdür. Fakat iş tekrar dönüp dolaşıp birtakım Batı yanaşması Neo Tanzîmatistlerin ''fırsat bu fırsatdır'' diye Osmanlı'ya bir iki hakaretde daha bulunmasına ve böylece tatmin olmalarına vesile teşkil edince benim canım sıkıldı.
Cumhûriyet'i kabûI etmek için Osmanlı'yı inkar etmek gerekir sanan bu çorak gönüllü ve kavruk beyinlilere benim zâten ne hikmetse hep canım sıkılır... Tek bir yazıyı temel alarak hepsine cevap vermek istiyorum:
14 Ağustos 2001 tarihli ''Cumhuriyet''de Orhan Bursalı adlı köşe yazarı ''OSMANLI'YI HATTATLAR ÇÖKERTTİ!?'' başlığı altında şu görüşlere yer veriyor:
-Genç Türkiye; bilim, düşünce, bilgi bakımından Osmanlı'dan sıfıra yakın miras devralmış ve modern bilgi ve bilimi kendi kurmak zorunda kalmıştır.
-Birtakım sağcı yazarlar, Niyâzi Berkes'in çok kısır ve Sığ bir yorumuna sarılarak matbaanın geç gelmesini dini sebeblere değil, nakkaşlarla hattatların geçimine engel olmama endişesine bağlarlar.
-Ancak asıl sebeb, Osmanlı'da kitaba ve okumaya taleb olmamasıdır.
-Avrupa'da prenslikler daha 11. Yüzyıl'dan itibâren
eğitimi yaygınlaştırmaya başlamışlardı.
-Hatta Almanya'da Büyük Frederik 5-14 yaş arası çocuk ve gençlere okul mecbûriyeti getirmişdi.
-Hatta ve hatta 1642'de şehirli ve köylü çocuklara okuma-yazma, din, doğa bilimleri, müzik v.s. okutulmaya başlanmıştır.
-Osmanlı, Avrupa'daki bu gelişimin tamamen dışındaydı.
Eğer Rahmetli Arkadaşım Uğur Mumcu bu satırları okumuş olsaydı herhalde acı acı gülümser ve derdi ki "işte; Yağmur, benim hep söylediğim bilgi sahibi olmaksızın fikir sahibi olma meselesine iyi bir örnek..."
Bu iddialar yine Merhûm Çallı İbrahim'in "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!" fehvâsına da uyar.
Sırayla gözden geçirelim:
-Sayın Bay Bursalı "hattat'' (kalligraf) ve "müstensih" (kopist) arasındaki farkı bilmiyor. Ayrıca "nakkaş", duvar ve tavanlara yağlıboya resim, motif ve süslemeler işleyen sanatkarlara verilen addır. Matbaayla ilgisi yokdur.
Osmanlı Mimarisi, Eritre ve Sûdan'dan Polonya ve Çekoslovakya'ya, Fas'dan Doğu Hindistan'a kadar devasa bir bölgeyi yüzlerce yıl etkisi altına "sıfıra yakın" teknik yetenekle mi aldı? Tâc-Mahall'i, yahut dünyanın en büyük kubbesi olan Gül-Künbed'i Osmanlı mimarları inşa etmediler mi? Selimiye'nin minareleri "afsun gücüyle" mi dikildi? Budapeşte'deki hamamları Çinliler mi kurdu? Bugün Mogadişu'da hala kullanılan kanalizasyon şebekesini 17. Asır'da işletmeye açanlar Osmanlı mühendisleri değil miydi? Cançekişme devrimiz olan 1880'lerde Taif'de -yine bugün hala işler halde bulunan tuzlu su arıtma tesislerini yine bir iki mütevazı, ama yetenekli Osmanlı mühendisi değil de 11. Yüzyıl Avrupa prenslerinin okutduğu üstün zekalı veledler mi geliştirdi?
-Tarih ve coğrafya alanlarında muazzam eserler veren ve Copernicus'dan yüz küsur sene önce " AcaibülMahlukaat" adlı eserinde (1415) arzın yuvarlak olduğunu vurgulayan Rükneddin Ahmed, ayrıca Piri Reis, Katib Çelebi, Hacı Halife yahut Evliya Çelebi gibi, eserleri daha mürekkebleri kurumadan Batı dillerine çevrilen ölümsüz bilim adamlarını yok saymak Bay Orhan Bursalı'nın -eğer varsa vicdanını hiç mi sızlatmıyor?
Büyük Matematikçi, Silah Uzmanı, Kartograf, Ressam ve Tarihçi Matrakçı Nasuh Bey, ki aynı zamanda bir sancak beyi, yani tümgeneraldi, İstanbul resadhanesi Müdürü Takıyyeddin Efendi, Büyük Târihçi Naîmâ ve daha düzinelerce bilgin "Barbar Osmanlı"nın, o kitaba ve okumaya hiç ilgi göstermeyen "talancı kavmin" değil de muhayyel bir ülkenin övünç yıldızlarıydılar,
Öyle mi, Bay Bursalı;
Daha 15. Yüzyıl'da Batı Avrupa dillerine tercüme edilen şayan-ı hayret tıb araştırmaları, mesela Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin Efendi'nin 1465'de Fatih'e sunduğu "Cerrahiyye-i ifhaniyye" adlı büyük başvuru kitabından haberiniz var mıydı, Bay Bursalı? 19. Yüzyıl'a kadar akıl ve sinir hastalıkları tedavisinde dünyanın en ileri çizgisini muhafaza edebilen, ruh hastalıklarını (diğer metodların yanısıra) musıkî ile gideren, çiçek aşısını icad edenler de herhalde Eskimolardı, öyle mi? Sayın Bay Bursalı, siz Fatih Medresesi'nde okutulan cebir derslerinin, 15 Yüzyıl sonralarından itibaren sırasıyla Venedik, Padova, Bologna ve Floransa Üniversiteleri'nde de aynen iktibas yoluyla okutulmaya başladığını biliyor muydunuz?
Bu bahisler uzundur, Bay Bursalı, yorgun olduğu belli zihninizi daha fazla zorlamadan öbür noktalara geçeyim:
-Avrupa'daki prensliklerin daha 11. Yüzyıl'dan itibaren eğitimi yaygınlaştırdıkları iddiası bir palavradır. O çağlarda, henüz asilzadeler arasında bile okuma yazma bilenlerin oranı yüzde onları, on beşleri aşmıyordu. O bir yana manastırlardaki rahiblerden bile on iyimser tahminlerle ancak yarısı harfleri tanıyordu. Siz bırakınız 11. yüzyılı, yâni (sizin gibiler bu asır konusunda biraz şaşırgandır, tasrih edelim) 1001-1100 yılları arasını, o tarihlerden 100/150 yıl sonra o sizin yerlere göklere koyamadığınız Avrupalılar Kudüs'de ve Kutsal Topraklar'ın diğer bölümlerinde gerek Müslümanlara gerekse Mûsevîlere akla hayale gelmedik eziyetlerde bulunuyor, derin bir vahşet içinde onların eserlerini de yokediyorlardı. 1492'den sonra İspanya'da etdiklerini -eğer biliyorsanız şöyle bir hatırlayınız, Bay Bursalı! Ama size kalsa Mevlana ve Yunus Emre'yi de Sorbonne mezûnu yaparsınız muhtemelen...
-11. Yüzyıl'dan Büyük Frederik'e geçmenizi de anlayamadım. Belki Frederik Barbarossa ile karıştırıyor olabilirsiniz. Fakat Büyük Frederik 11. Yüzyıl'ın değil 18. Yüzyıl'ın bir hükümdarıdır. Bilginize...
-1642 Yılı'nda şehirli ve köylü çocuklar arasında başlatıldığını iddia etdiğiniz muazzam eğitim kampanyası da bir garîbe... 1642, Avrupa'da Otuz Yıl Savaşı'nın (1618-1648) en feci şekilde ve bütün dehşetiyle, bütün sefaletiyle sürdüğü bir zamâna, savaşın en hummalı, en kanlı bölümüne rastlar. Öyle ki halk bazı kasaba ve şehirlerde insan eti yemeğe başlamışdı. O devirde yaygın eğitim seferberliği, öyle mi?
Siz neden bahsetdiğinizin sahi farkında mısınız,
Bay Bursalı? -Evet, Osmanlı bütün bunların dışındaydı. Dolayısıyla Vestfalya Barışı müzakerelerine katılmayan iki Avrupa devletinden biri olmayı tercîh etdi. (Öbür Vatikan) Son olarak şu noktayı vurgulamak isterim: 18. Yüzyıl'ın ikinci Yarısı'na, 1750'lere, kadar Osmanlı memalikinde okuma-yazma oranı çok yüksekdi. 1700'lere kadar okul sayısı da Avrupa ülkelerindekine nazaran adamakıllı daha yüksekdi.
Şimdi gelelim matbaa meselesine:
Johannes Gutenberg'in 1444'de kullanıma sokduğu
müteharrik madeni harflerden oluşan matbaa aslında ilk kez Çin'de geliştirilmişdir. Çinliler 1 041 Yılı'nda ilk olarak bu metodla kitab basmışlardır. Daha önce kullanılan klişe metoduyla basım ise ta 9. Yüzyıl'dan bu yana Uygur Türkleri, Çinliler ve Koreliler tarafından kullanılıyordu. Gutenberg tipi matbaa, daha ilk yıllarından itibaren Osmanlı imparatorluğu'nun bir çok şehrinde kullanılmaya başladı. En eskisi 1495'de, yani İspanya'dan sürülüp Türkler tarafından davet edilmelerinden hemen üç yıl sonra, Selanik'de kurulan Yahudi matbaasıdır. Yahudiler aynı yıl İstanbul'da da bir matbaa açmışlardır. ilk Ermeni matbaası 1567'de İstanbul'da, ilk Rum matbaası ise yine İstanbul'da ve 1627'de kurulmuşdur.
Ancak ilk Türk matbaası 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvâsı ve Hakan-Halife III. Ahmed'in fermanı ile faaliyete başladı. Müesseseyi kuranlar İbrahim Müteferrika ve (daha sonraların Sadrazamı) Yirmisekizçelebizade Sâid Efendi idi.
O sıralar sayıları sadece DerSaadet'de 90.000'e yaklaşdığı yabancı gözlemciler tarafından öne sürülen (Conte Marsigli, Y. müstensihlerin ekmek kapısı kapanmasın diye dini kitablar basımdan vareste tutuldu.
Gerçi bundan önce de Avrupa'da pek çok Türkçe kitab basılıp Osmanlı topraklarında satılıyordu ama bunlara pek de büyük bir ilgi duyulmuyordu. Ne var ki bu az ilginin sebebi, birtakım körleme Batı hayranı zihni yanaşmaların iddiası gibi Türklerin kitab düşmanlığı değil tam tersine Türkler arasındaki kitab bolluğu idi.
Türkleri kitab düşmanı bir millet olarak nitelemek, eğer tüyler ürpertici bir cehâletden kaynaklanmıyorsa, en az onun kadar feci hâinâne bir bühtandır. Gerek Fâtih Sultan Mehmed ve gerekse muâkıybleri Avrupa'da basılan kitabları her zaman incelemişlerdir. Üstelik mesela Floransalı Francesco Berlinghieri adlı bir coğrafyacı, eserini resmen ''Avrupa'nın En Büyük ilim Hamisi ve En Büyük Hükümdarı Sultan Mehmed''e, yani Fâtih'e, ithâf etmiş, ona sunmuşdur. Basımı 1480... Şimdi, başda Bay Bursalı olmak üzere, herkese soruyorum: Bu karakterde bir devlete ve topluma ''kitab düşmanı, bilimsel birikimi sıfır" gibi yaftalar yapıştırmak ve takıştırmak mantıkla bağdaşır mı? Her şeyden mühimmi ahlakla bağdaşır mı?
Hayır, Türklerin matbaaya fazla ilgi göstermeyişleri, ellerindeki müstensih (kopist) ordusunun üretim gücünden ileri geliyordu. Zaten 18. Yüzyıl başlarına kadar matbaa basımı kitab elyazması kitabdan pek de öyle kayda değer ölçüde ucuz değildi.
Neo Tanzimatistlerin bilmediği, yahut ezik egolarını tatmin için bilmezden geldikleri bir bilgiyi de bu vesileyle sunayım: 15., 16. ve kısmen 17. Yüzyıllar'da Avrupa ülkelerinin genel eğitim düzeyi, yukarıda işaret etdiğim gibi Türkiye'dekine göre çok geriydi ama üstelik bunun neticesi olarak oralardaki kitab sayısı da -matbaaya rağmen düşükdü. Batı Avrupa'da mesela bir 16. Yüzyıl hükümdarının bin kitaba sahip olması, efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Oysa o çağlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda on bin üzerinde elyazması kitaba sahip pek çok özel şahıs bulunmaktaydı. Bana inanmayanlar Süleymaniye Kütübhanesi'ndeki ''Yazma Eserler Kataloğu''nu inceleyebilirler.
Bağlayacak olursak basma kitabın yazma kitaba gerçekden fark atmaya başlaması ancak 19. Yüzyıl başlarından itibarendir.
Peki, o zaman Türkiye teknolojide ve öbür bilim dallarında niçin geri kaldı?
Bunu Türklerin kitab düşmanlığıyla izah etmek isteyenlere bir soru: İspanya'da ilk matbaa 1474'de Valencia'da kurulmuşdur. Yani daha başından itibaren İspanya bu basma kitab işinin içindedir. Dünya Edebiyatı'nın en büyük yazarlarından Cervantes'in şaheseri ''Don Quijote" ise 1605 Yılı'ndaki ilk basımından sonraki iki yıl içinde, 1607'ye kadar, tam on iki bin nüsha satar!!! Bu tiraja eser'in ikisi Lizbon'da biri de yine İspanya içindeki üç ''korsan'' basımı dahil değildir.
Tasavvur buyurulsun, bugün, 2001 Yılı'nda Türkiye'de bir roman 12.000 satsa yayıncısı sevincinden masaya fırlayıp göbek atar...
Ve bu hadise 1607 Yılı İspanyası'nda gerçekleşiyor.
Demek ki İspanyolların ''kitab düşmanı" olduklarını söyleyemeyiz. Zaten buna bizim Neo Tanzîmatist mahlûkaatın dili de varmaz. Çünkü onlar ''Avrupalı''...Eh, bizimkiler de öyle (!)... it iti ısırmaz!
Ama o vakit nasıl oluyor da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu benzeri bir cihan devletinin varisi olan İspanyollar da son iki yüz yıldır teknolojik gelişmelere ayak uyuramadılar?
Eğer 18. Yüzyıl'dan bu yana hangi ülkenin Sanayi Devrimi'ne önayak olduğu ve ayak uydurabildiğini, hangilerinin ise -benzeri veya. değişik sebeblerden ötürü bu devrimi ıskaladığını incelerseniz bu sorunun cevabını daha sıhhatli bir şekilde verebilirsiniz.
Onun için Osmanlı'yı öyle hattatlar mattatlar batırmamışdır... Hele nakkaşların bu meselede hiç taksîrâtı yokdur... Lâf aramızda ben de bu konuda herhangi bir mes'ûliyet kabûl etmiyorum! Belki mücellidler ve müzehhibler bir hergelelik etmişdir!
Osmanlı Kainatı'na bakınca kapkara bir çölden başka birşey göremeyen Sayın Bay Bursalı'ya tavsiyem ''Bursa'da Zaman'' Şiiri'ni okusun... Zayıf ümîd ama belki içi aydınlanır... Eğer öylesine zifir bağlamış bir yerin aydınlanması mümkünse...
Ha, bir de asırları doğru saymayı öğrensin... Muhabbetle...
Köln, 25 Ağustos 2001
Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi 336. sayıdan alınmıştır.
Türk okur-yazarları arasında yaklaşık yüz yıldır iki eğilime sıkça rastlanır. Ya kendini dev aynasında görmek ya da dürbünün tersinden seyretmek eğilimleri... Bu, Tanzîmât'ın getirdiği bir hastalığın iki tezahürüdür. Yükselen Avrupa karşısında manevi ezikliğe ve aşağılık duygusuna kapılan Osmanlı/Türk kendine âid ne varsa hakir görmeğe, Avrupa'dan gelme herşeyi ise körü körüne yüceltmeğe yöneliyordu. Bir başka bölümü ise, fakat yine aynı aşağılık duygusunun neticesi olarak, kendine âid herşeyi kayıtsız şartsız üstün görme hummasına yakalanmışdı. Bu durum günümüze kadar uzanır.
Ağustos Ayı sadece Türk Tarihi'nde Büyük Zaferler Ayı değil aynı zamanda Muazzez Türk Matbuâtı'nın Lâf Kıtlığında Asma Budama Ayı'dır da!. Bu Ağustos budanan asmalardan biri de şu oldu: Matbaa denen ''gâvur icâdı''nı bu kör olasıca Osmanlılar 283 yıl gecikmeyle alırken bu rötara sebeb yobazlıkları mıydı yoksa elyazması kitab üretimiyle geçinen loncaların ekmek parasıyla oynamama kaygısı mı? Herkes canı ne isterse onu tartışmakda elbet hürdür. Fakat iş tekrar dönüp dolaşıp birtakım Batı yanaşması Neo Tanzîmatistlerin ''fırsat bu fırsatdır'' diye Osmanlı'ya bir iki hakaretde daha bulunmasına ve böylece tatmin olmalarına vesile teşkil edince benim canım sıkıldı.
Cumhûriyet'i kabûI etmek için Osmanlı'yı inkar etmek gerekir sanan bu çorak gönüllü ve kavruk beyinlilere benim zâten ne hikmetse hep canım sıkılır... Tek bir yazıyı temel alarak hepsine cevap vermek istiyorum:
14 Ağustos 2001 tarihli ''Cumhuriyet''de Orhan Bursalı adlı köşe yazarı ''OSMANLI'YI HATTATLAR ÇÖKERTTİ!?'' başlığı altında şu görüşlere yer veriyor:
-Genç Türkiye; bilim, düşünce, bilgi bakımından Osmanlı'dan sıfıra yakın miras devralmış ve modern bilgi ve bilimi kendi kurmak zorunda kalmıştır.
-Birtakım sağcı yazarlar, Niyâzi Berkes'in çok kısır ve Sığ bir yorumuna sarılarak matbaanın geç gelmesini dini sebeblere değil, nakkaşlarla hattatların geçimine engel olmama endişesine bağlarlar.
-Ancak asıl sebeb, Osmanlı'da kitaba ve okumaya taleb olmamasıdır.
-Avrupa'da prenslikler daha 11. Yüzyıl'dan itibâren
eğitimi yaygınlaştırmaya başlamışlardı.
-Hatta Almanya'da Büyük Frederik 5-14 yaş arası çocuk ve gençlere okul mecbûriyeti getirmişdi.
-Hatta ve hatta 1642'de şehirli ve köylü çocuklara okuma-yazma, din, doğa bilimleri, müzik v.s. okutulmaya başlanmıştır.
-Osmanlı, Avrupa'daki bu gelişimin tamamen dışındaydı.
Eğer Rahmetli Arkadaşım Uğur Mumcu bu satırları okumuş olsaydı herhalde acı acı gülümser ve derdi ki "işte; Yağmur, benim hep söylediğim bilgi sahibi olmaksızın fikir sahibi olma meselesine iyi bir örnek..."
Bu iddialar yine Merhûm Çallı İbrahim'in "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!" fehvâsına da uyar.
Sırayla gözden geçirelim:
-Sayın Bay Bursalı "hattat'' (kalligraf) ve "müstensih" (kopist) arasındaki farkı bilmiyor. Ayrıca "nakkaş", duvar ve tavanlara yağlıboya resim, motif ve süslemeler işleyen sanatkarlara verilen addır. Matbaayla ilgisi yokdur.
Osmanlı Mimarisi, Eritre ve Sûdan'dan Polonya ve Çekoslovakya'ya, Fas'dan Doğu Hindistan'a kadar devasa bir bölgeyi yüzlerce yıl etkisi altına "sıfıra yakın" teknik yetenekle mi aldı? Tâc-Mahall'i, yahut dünyanın en büyük kubbesi olan Gül-Künbed'i Osmanlı mimarları inşa etmediler mi? Selimiye'nin minareleri "afsun gücüyle" mi dikildi? Budapeşte'deki hamamları Çinliler mi kurdu? Bugün Mogadişu'da hala kullanılan kanalizasyon şebekesini 17. Asır'da işletmeye açanlar Osmanlı mühendisleri değil miydi? Cançekişme devrimiz olan 1880'lerde Taif'de -yine bugün hala işler halde bulunan tuzlu su arıtma tesislerini yine bir iki mütevazı, ama yetenekli Osmanlı mühendisi değil de 11. Yüzyıl Avrupa prenslerinin okutduğu üstün zekalı veledler mi geliştirdi?
-Tarih ve coğrafya alanlarında muazzam eserler veren ve Copernicus'dan yüz küsur sene önce " AcaibülMahlukaat" adlı eserinde (1415) arzın yuvarlak olduğunu vurgulayan Rükneddin Ahmed, ayrıca Piri Reis, Katib Çelebi, Hacı Halife yahut Evliya Çelebi gibi, eserleri daha mürekkebleri kurumadan Batı dillerine çevrilen ölümsüz bilim adamlarını yok saymak Bay Orhan Bursalı'nın -eğer varsa vicdanını hiç mi sızlatmıyor?
Büyük Matematikçi, Silah Uzmanı, Kartograf, Ressam ve Tarihçi Matrakçı Nasuh Bey, ki aynı zamanda bir sancak beyi, yani tümgeneraldi, İstanbul resadhanesi Müdürü Takıyyeddin Efendi, Büyük Târihçi Naîmâ ve daha düzinelerce bilgin "Barbar Osmanlı"nın, o kitaba ve okumaya hiç ilgi göstermeyen "talancı kavmin" değil de muhayyel bir ülkenin övünç yıldızlarıydılar,
Öyle mi, Bay Bursalı;
Daha 15. Yüzyıl'da Batı Avrupa dillerine tercüme edilen şayan-ı hayret tıb araştırmaları, mesela Amasyalı Sabuncuoğlu Şerafeddin Efendi'nin 1465'de Fatih'e sunduğu "Cerrahiyye-i ifhaniyye" adlı büyük başvuru kitabından haberiniz var mıydı, Bay Bursalı? 19. Yüzyıl'a kadar akıl ve sinir hastalıkları tedavisinde dünyanın en ileri çizgisini muhafaza edebilen, ruh hastalıklarını (diğer metodların yanısıra) musıkî ile gideren, çiçek aşısını icad edenler de herhalde Eskimolardı, öyle mi? Sayın Bay Bursalı, siz Fatih Medresesi'nde okutulan cebir derslerinin, 15 Yüzyıl sonralarından itibaren sırasıyla Venedik, Padova, Bologna ve Floransa Üniversiteleri'nde de aynen iktibas yoluyla okutulmaya başladığını biliyor muydunuz?
Bu bahisler uzundur, Bay Bursalı, yorgun olduğu belli zihninizi daha fazla zorlamadan öbür noktalara geçeyim:
-Avrupa'daki prensliklerin daha 11. Yüzyıl'dan itibaren eğitimi yaygınlaştırdıkları iddiası bir palavradır. O çağlarda, henüz asilzadeler arasında bile okuma yazma bilenlerin oranı yüzde onları, on beşleri aşmıyordu. O bir yana manastırlardaki rahiblerden bile on iyimser tahminlerle ancak yarısı harfleri tanıyordu. Siz bırakınız 11. yüzyılı, yâni (sizin gibiler bu asır konusunda biraz şaşırgandır, tasrih edelim) 1001-1100 yılları arasını, o tarihlerden 100/150 yıl sonra o sizin yerlere göklere koyamadığınız Avrupalılar Kudüs'de ve Kutsal Topraklar'ın diğer bölümlerinde gerek Müslümanlara gerekse Mûsevîlere akla hayale gelmedik eziyetlerde bulunuyor, derin bir vahşet içinde onların eserlerini de yokediyorlardı. 1492'den sonra İspanya'da etdiklerini -eğer biliyorsanız şöyle bir hatırlayınız, Bay Bursalı! Ama size kalsa Mevlana ve Yunus Emre'yi de Sorbonne mezûnu yaparsınız muhtemelen...
-11. Yüzyıl'dan Büyük Frederik'e geçmenizi de anlayamadım. Belki Frederik Barbarossa ile karıştırıyor olabilirsiniz. Fakat Büyük Frederik 11. Yüzyıl'ın değil 18. Yüzyıl'ın bir hükümdarıdır. Bilginize...
-1642 Yılı'nda şehirli ve köylü çocuklar arasında başlatıldığını iddia etdiğiniz muazzam eğitim kampanyası da bir garîbe... 1642, Avrupa'da Otuz Yıl Savaşı'nın (1618-1648) en feci şekilde ve bütün dehşetiyle, bütün sefaletiyle sürdüğü bir zamâna, savaşın en hummalı, en kanlı bölümüne rastlar. Öyle ki halk bazı kasaba ve şehirlerde insan eti yemeğe başlamışdı. O devirde yaygın eğitim seferberliği, öyle mi?
Siz neden bahsetdiğinizin sahi farkında mısınız,
Bay Bursalı? -Evet, Osmanlı bütün bunların dışındaydı. Dolayısıyla Vestfalya Barışı müzakerelerine katılmayan iki Avrupa devletinden biri olmayı tercîh etdi. (Öbür Vatikan) Son olarak şu noktayı vurgulamak isterim: 18. Yüzyıl'ın ikinci Yarısı'na, 1750'lere, kadar Osmanlı memalikinde okuma-yazma oranı çok yüksekdi. 1700'lere kadar okul sayısı da Avrupa ülkelerindekine nazaran adamakıllı daha yüksekdi.
Şimdi gelelim matbaa meselesine:
Johannes Gutenberg'in 1444'de kullanıma sokduğu
müteharrik madeni harflerden oluşan matbaa aslında ilk kez Çin'de geliştirilmişdir. Çinliler 1 041 Yılı'nda ilk olarak bu metodla kitab basmışlardır. Daha önce kullanılan klişe metoduyla basım ise ta 9. Yüzyıl'dan bu yana Uygur Türkleri, Çinliler ve Koreliler tarafından kullanılıyordu. Gutenberg tipi matbaa, daha ilk yıllarından itibaren Osmanlı imparatorluğu'nun bir çok şehrinde kullanılmaya başladı. En eskisi 1495'de, yani İspanya'dan sürülüp Türkler tarafından davet edilmelerinden hemen üç yıl sonra, Selanik'de kurulan Yahudi matbaasıdır. Yahudiler aynı yıl İstanbul'da da bir matbaa açmışlardır. ilk Ermeni matbaası 1567'de İstanbul'da, ilk Rum matbaası ise yine İstanbul'da ve 1627'de kurulmuşdur.
Ancak ilk Türk matbaası 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvâsı ve Hakan-Halife III. Ahmed'in fermanı ile faaliyete başladı. Müesseseyi kuranlar İbrahim Müteferrika ve (daha sonraların Sadrazamı) Yirmisekizçelebizade Sâid Efendi idi.
O sıralar sayıları sadece DerSaadet'de 90.000'e yaklaşdığı yabancı gözlemciler tarafından öne sürülen (Conte Marsigli, Y. müstensihlerin ekmek kapısı kapanmasın diye dini kitablar basımdan vareste tutuldu.
Gerçi bundan önce de Avrupa'da pek çok Türkçe kitab basılıp Osmanlı topraklarında satılıyordu ama bunlara pek de büyük bir ilgi duyulmuyordu. Ne var ki bu az ilginin sebebi, birtakım körleme Batı hayranı zihni yanaşmaların iddiası gibi Türklerin kitab düşmanlığı değil tam tersine Türkler arasındaki kitab bolluğu idi.
Türkleri kitab düşmanı bir millet olarak nitelemek, eğer tüyler ürpertici bir cehâletden kaynaklanmıyorsa, en az onun kadar feci hâinâne bir bühtandır. Gerek Fâtih Sultan Mehmed ve gerekse muâkıybleri Avrupa'da basılan kitabları her zaman incelemişlerdir. Üstelik mesela Floransalı Francesco Berlinghieri adlı bir coğrafyacı, eserini resmen ''Avrupa'nın En Büyük ilim Hamisi ve En Büyük Hükümdarı Sultan Mehmed''e, yani Fâtih'e, ithâf etmiş, ona sunmuşdur. Basımı 1480... Şimdi, başda Bay Bursalı olmak üzere, herkese soruyorum: Bu karakterde bir devlete ve topluma ''kitab düşmanı, bilimsel birikimi sıfır" gibi yaftalar yapıştırmak ve takıştırmak mantıkla bağdaşır mı? Her şeyden mühimmi ahlakla bağdaşır mı?
Hayır, Türklerin matbaaya fazla ilgi göstermeyişleri, ellerindeki müstensih (kopist) ordusunun üretim gücünden ileri geliyordu. Zaten 18. Yüzyıl başlarına kadar matbaa basımı kitab elyazması kitabdan pek de öyle kayda değer ölçüde ucuz değildi.
Neo Tanzimatistlerin bilmediği, yahut ezik egolarını tatmin için bilmezden geldikleri bir bilgiyi de bu vesileyle sunayım: 15., 16. ve kısmen 17. Yüzyıllar'da Avrupa ülkelerinin genel eğitim düzeyi, yukarıda işaret etdiğim gibi Türkiye'dekine göre çok geriydi ama üstelik bunun neticesi olarak oralardaki kitab sayısı da -matbaaya rağmen düşükdü. Batı Avrupa'da mesela bir 16. Yüzyıl hükümdarının bin kitaba sahip olması, efsane gibi dilden dile dolaşırdı. Oysa o çağlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda on bin üzerinde elyazması kitaba sahip pek çok özel şahıs bulunmaktaydı. Bana inanmayanlar Süleymaniye Kütübhanesi'ndeki ''Yazma Eserler Kataloğu''nu inceleyebilirler.
Bağlayacak olursak basma kitabın yazma kitaba gerçekden fark atmaya başlaması ancak 19. Yüzyıl başlarından itibarendir.
Peki, o zaman Türkiye teknolojide ve öbür bilim dallarında niçin geri kaldı?
Bunu Türklerin kitab düşmanlığıyla izah etmek isteyenlere bir soru: İspanya'da ilk matbaa 1474'de Valencia'da kurulmuşdur. Yani daha başından itibaren İspanya bu basma kitab işinin içindedir. Dünya Edebiyatı'nın en büyük yazarlarından Cervantes'in şaheseri ''Don Quijote" ise 1605 Yılı'ndaki ilk basımından sonraki iki yıl içinde, 1607'ye kadar, tam on iki bin nüsha satar!!! Bu tiraja eser'in ikisi Lizbon'da biri de yine İspanya içindeki üç ''korsan'' basımı dahil değildir.
Tasavvur buyurulsun, bugün, 2001 Yılı'nda Türkiye'de bir roman 12.000 satsa yayıncısı sevincinden masaya fırlayıp göbek atar...
Ve bu hadise 1607 Yılı İspanyası'nda gerçekleşiyor.
Demek ki İspanyolların ''kitab düşmanı" olduklarını söyleyemeyiz. Zaten buna bizim Neo Tanzîmatist mahlûkaatın dili de varmaz. Çünkü onlar ''Avrupalı''...Eh, bizimkiler de öyle (!)... it iti ısırmaz!
Ama o vakit nasıl oluyor da tıpkı Osmanlı İmparatorluğu benzeri bir cihan devletinin varisi olan İspanyollar da son iki yüz yıldır teknolojik gelişmelere ayak uyuramadılar?
Eğer 18. Yüzyıl'dan bu yana hangi ülkenin Sanayi Devrimi'ne önayak olduğu ve ayak uydurabildiğini, hangilerinin ise -benzeri veya. değişik sebeblerden ötürü bu devrimi ıskaladığını incelerseniz bu sorunun cevabını daha sıhhatli bir şekilde verebilirsiniz.
Onun için Osmanlı'yı öyle hattatlar mattatlar batırmamışdır... Hele nakkaşların bu meselede hiç taksîrâtı yokdur... Lâf aramızda ben de bu konuda herhangi bir mes'ûliyet kabûl etmiyorum! Belki mücellidler ve müzehhibler bir hergelelik etmişdir!
Osmanlı Kainatı'na bakınca kapkara bir çölden başka birşey göremeyen Sayın Bay Bursalı'ya tavsiyem ''Bursa'da Zaman'' Şiiri'ni okusun... Zayıf ümîd ama belki içi aydınlanır... Eğer öylesine zifir bağlamış bir yerin aydınlanması mümkünse...
Ha, bir de asırları doğru saymayı öğrensin... Muhabbetle...
Köln, 25 Ağustos 2001
Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi 336. sayıdan alınmıştır.
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.