Ali BAYRAMOĞLU-04.09.2006 Aksiyon Dergisi
1920’den bu yana Genelkurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlere ait yetkilerle millî savunmanın askerî cephesine ilişkin yetkilerin hemen hemen tümünü kendi uhdesinde toplamakta, tüm komuta kademelerini kendi otoritesine bağlamakta ve anayasal olarak gerek askerî politikalar gerekse idari sorumluluk açısından siyasî iktidarın askerî cephedeki tek muhatabı olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de asıl sorun özerkleşmede değil, merkezileşmededir. Bu değişmeden askerin siyasî rolü değişmez.
Türkiye’de askerin oynadığı siyasî rol konjonktürel olarak kâh azalıyor, kâh artıyor; yasal mevzuat bu rolü kâh destekler istikamette ilerliyor, kâh sivilleşme istikametinde… Ne var ki temel olarak bu rolün özünde değişiklik olmuyor… 28 Ağustos tarihinde yaşanan Genelkurmay Başkanlığı değişikliği, bu değişiklik etrafında esen rüzgarlar, basının adeta Türkiye’de yeni bir dönem açılıyormuş gibi alarma geçmesi, yapılan askerî konuşmalar bu durumun son örneği...Nitekim Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ yeni görevini devralırken, yeni Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da Hilmi Paşa’nın yerini alırken yaptıkları konuşmalarda özelikle askerin siyasi rolüne değindiler ve sahip çıktılar. Bu role yönelik eleştirilerin demokrasi, insan hakları, bilimsel çalışma kisvesi altında bir iktidar kavgasının ve bir yıpratma faaliyetinin parçası olduğunu ima ettiler…Türkiye bu tür konuşmalara yıllardır tanık olur… Velhasıl nasıl açıklanırsa açıklansın, nasıl doğrulanırsa doğrulansın, askerî otoritenin sivil ve siyasî alan üzerinde hakimiyeti Türkiye’de son derece ciddi ve belirleyici bir konudur.Bu hakimiyetin üzerine temellendiği iki temel direk vardır…Bunlardan ilki Silâhlı Kuvvetler’in devlet mekanizması içinde özerkleşme halidir. Özerkleşme, askerin siyasî rolü söz konusu olduğunda üzerine en sık laf edilen meseledir. Temel olarak ordunun devlet içinde ve siyasî iktidar karşısında “özerk alan”a sahip olmasına işaret eder. Özerk alan hem askerî otoritenin askerî politika, iç ve dış siyaset konusundaki belirleyici rolünden hem bu rolü aracı bir siyasî kurum olmadan doğrudan oynayabilmesinden beslenir. Özerkleşmenin dinamiği ise siyasî eylem ile askerî eylem arasında farklılaşmanın olmaması ve ikisi arasında etkin bir hukukî bağımlılık ilişkisinin bulunmamasıdır. Her ne kadar anayasal düzeyde askerî otoritenin siyasî otoriteye bağlılığı ilke olarak kabul edilmiş ise de, kurumsal düzeyde bu iki otorite arasındaki ilişkide bağımlılık mekanizması tersine işlemiştir. Böylelikle askerî kimlik siyasî kimlik üzerinde egemen olmuş, yetkili organın bu yetkilerinden dolayı sorumluluk taşıması ilkesi, diğer deyişle yetki-sorumluluk bütünlüğü bozulmuştur.İkinci temel direk ise hemen hiç gündeme gelmeyen, değinilmeyen tabu bir konudur. Bu tabu, Türk ordu yapısının benzer ordulara oranla aşırı merkezî yapılanmaya tâbi olmasını ifade eder. Merkezileşme hali olarak adlandırılabilecek bu ikinci temel direk, yetkilerin dağıtılmadığı, tersine tek elde toplulaştığı askerî yapı ve politikaya işaret eder. Merkezileşme, bir yönüyle, millî savunma alanına ilişkin yetkilerin tek bir makamda toplanması, askerî bünyedeki hiyerarşinin bu toplulaşma etrafında ve bu toplulaşmaya oranla oluşmasıdır. Diğer yönüyle ise bu yetki toplulaşmasının askerî otorite-sivil otorite arasındaki ilişkileri tanımlayan, yönlendiren bir nitelik taşımasıdır.Aşırı merkezileşmiş bu askerî otoritenin devlet içindeki özerkleşme eğilimi iki soruna yol açmaktadır. Bunlardan ilki, demokratik bir hukuk devletinin tayin edici bir özelliği olan, askeri otoritenin siyasal otoriteye bağımlılığı ilkesinin uygulamada, Türkiye’de farklı bir görünüm sunmasıdır. İkincisi ise, özerkleşme sürecinin demokratik hukuk devleti mantığının temel ilkelerinden biri olan yetki-sorumluluk bütünlüğünde aksaklıklar yaratmasıdır.Nasıl?Batı liberal demokrasilerindeki doktrin ve uygulamalarda, askerî otorite sivil otorite ilişkileri genellikle, silahlı kuvvetlerin siyasî otoriteye bağımlılığı ilkesi çerçevesinde ve şu dört unsur etrafında ele alınır:Silahlı kuvvetlerin kullanılması, yani stratejik planların hazırlanması ve uygulanması; askerî doktrin; silahlı kuvvetlerin idaresi, yani ordu ve birliklerin komutası, donanımı ve eğitimi; bu ilk iki unsuru yönlendiren millî savunma stratejisi; bu üç ülkeye şemsiye görevini yapan, karar ve yetki-sorumluluk mekanizmasını belirleyen yasal ve anayasal mevzuat.Türkiye açısından bu dört unsurun da uygulamada gönderme yaptığı tek kurum ve makam hemen her zaman Genelkurmay Başkanlığı olmuştur. Bu durumun üç önemli sonucu vardır. İlk olarak, Genelkurmay Başkanı’nı askerî otorite-sivil otorite ilişkilerinin kilit makamı ve yegane aracı haline sokmaktadır. İkinci olarak, millî savunma ve millî güvenlik gereklerinden hareketle Genelkurmay Başkanı’nı askerî otoritenin siyasal karar yapıları içindeki yeri ve rolünün yansıtıcısı ve temel kurumu haline getirmektedir. Üçüncü olarak, Genelkurmay Başkanlığı nezdinde aşırı merkezileşmiş bir ordu modeli ile bu modelin askerî otorite-sivil otorite ilişkileri açısından siyasî sonuçlarını açığa çıkarmaktadır.Gerçekten de 1920’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlere ait yetkilerle millî savunmanın askerî cephesine ilişkin yetkilerin hemen hemen tümünü kendi uhdesinde toplamakta, tüm komuta kademelerini kendi otoritesine bağlamakta ve anayasal olarak gerek askerî politikalar gerekse idari sorumluluk açısından siyasi iktidarın askerî cephedeki tek muhatabı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu makam, Silahlı Kuvvetlerin devlet içindeki ve siyasal karar süreçlerindeki rolü açısından bir mıknatıs görevini yapmakta, hukuken ya da fiilen tüm diğer parçalar onun etrafında toplanmakta veya ondan hareketle anlam kazanmaktadır.Türk Silahlı Kuvvetleri’nin belirtilen çerçevede, Batı demokrasisi ordularından farklı olarak askerî ve idari açıdan aşırı merkeziyetçi bir yapıya ve Türkiye’de asker sivil ilişkilerinin kurumsallaşmış, kendisine özgü sistematiğe sahip olmasının önemli sonuçları vardır. Askerî otorite kontrol ettiği özerk alan ve kurumları vasıtasıyla, siyasal karar sürecini etkileyerek siyasal güç ilişkileri içinde ayrıcalıklı bir yer almakta ve yetkilerî haiz olmakla birlikte siyasal sorumluluk taşımayan bir mekanizmanın tüm siyasî sistemi belirlemesine yol açmaktadır.Nitekim Batı’ya ya da belli başlı NATO ülkelerine bakıldığı zaman ordu teşkilatlarının “dağıtılmış yetki ve koordinatör genelkurmay” mantığı üzerine kurulduğu görülür.Zira I. Dünya Savaşı sonrası savunma anlayışı topyekün savunma stratejisi üzerine kurulmuştur. Bu strateji, sadece askerî değil aynı zamanda sivil kaynakların, sadece savaş sırasında değil aynı zamanda barış zamanında seferber edilmesini varsayar. Ve bu stratejinin varlığı, askerî yetkinin tek askerî elde toplanması halinde siyaset ve ekonominin asker kontroluna geçmesi ve askeri mantığa tabi olması tehlikesini beraberinde getirir. Örneğin Fransa 1971 yılında bir kararnameyle, Türk modeline benzer bir yapılanmaya, emir-komuta genelkurmaya geçecek, ancak yaşanan askerîleşme eğilimi sonrası 1973 yılında yeni bir kararnameyle hızla eski dağıtılmış yetki modeline dönecektir.Özetle Türkiye’de asıl sorun özerkleşmede değil, merkezileşmededir…Bu değişmeden askerin siyasî rolü değişmez…
Türkiye’de askerin oynadığı siyasî rol konjonktürel olarak kâh azalıyor, kâh artıyor; yasal mevzuat bu rolü kâh destekler istikamette ilerliyor, kâh sivilleşme istikametinde… Ne var ki temel olarak bu rolün özünde değişiklik olmuyor… 28 Ağustos tarihinde yaşanan Genelkurmay Başkanlığı değişikliği, bu değişiklik etrafında esen rüzgarlar, basının adeta Türkiye’de yeni bir dönem açılıyormuş gibi alarma geçmesi, yapılan askerî konuşmalar bu durumun son örneği...Nitekim Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ yeni görevini devralırken, yeni Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da Hilmi Paşa’nın yerini alırken yaptıkları konuşmalarda özelikle askerin siyasi rolüne değindiler ve sahip çıktılar. Bu role yönelik eleştirilerin demokrasi, insan hakları, bilimsel çalışma kisvesi altında bir iktidar kavgasının ve bir yıpratma faaliyetinin parçası olduğunu ima ettiler…Türkiye bu tür konuşmalara yıllardır tanık olur… Velhasıl nasıl açıklanırsa açıklansın, nasıl doğrulanırsa doğrulansın, askerî otoritenin sivil ve siyasî alan üzerinde hakimiyeti Türkiye’de son derece ciddi ve belirleyici bir konudur.Bu hakimiyetin üzerine temellendiği iki temel direk vardır…Bunlardan ilki Silâhlı Kuvvetler’in devlet mekanizması içinde özerkleşme halidir. Özerkleşme, askerin siyasî rolü söz konusu olduğunda üzerine en sık laf edilen meseledir. Temel olarak ordunun devlet içinde ve siyasî iktidar karşısında “özerk alan”a sahip olmasına işaret eder. Özerk alan hem askerî otoritenin askerî politika, iç ve dış siyaset konusundaki belirleyici rolünden hem bu rolü aracı bir siyasî kurum olmadan doğrudan oynayabilmesinden beslenir. Özerkleşmenin dinamiği ise siyasî eylem ile askerî eylem arasında farklılaşmanın olmaması ve ikisi arasında etkin bir hukukî bağımlılık ilişkisinin bulunmamasıdır. Her ne kadar anayasal düzeyde askerî otoritenin siyasî otoriteye bağlılığı ilke olarak kabul edilmiş ise de, kurumsal düzeyde bu iki otorite arasındaki ilişkide bağımlılık mekanizması tersine işlemiştir. Böylelikle askerî kimlik siyasî kimlik üzerinde egemen olmuş, yetkili organın bu yetkilerinden dolayı sorumluluk taşıması ilkesi, diğer deyişle yetki-sorumluluk bütünlüğü bozulmuştur.İkinci temel direk ise hemen hiç gündeme gelmeyen, değinilmeyen tabu bir konudur. Bu tabu, Türk ordu yapısının benzer ordulara oranla aşırı merkezî yapılanmaya tâbi olmasını ifade eder. Merkezileşme hali olarak adlandırılabilecek bu ikinci temel direk, yetkilerin dağıtılmadığı, tersine tek elde toplulaştığı askerî yapı ve politikaya işaret eder. Merkezileşme, bir yönüyle, millî savunma alanına ilişkin yetkilerin tek bir makamda toplanması, askerî bünyedeki hiyerarşinin bu toplulaşma etrafında ve bu toplulaşmaya oranla oluşmasıdır. Diğer yönüyle ise bu yetki toplulaşmasının askerî otorite-sivil otorite arasındaki ilişkileri tanımlayan, yönlendiren bir nitelik taşımasıdır.Aşırı merkezileşmiş bu askerî otoritenin devlet içindeki özerkleşme eğilimi iki soruna yol açmaktadır. Bunlardan ilki, demokratik bir hukuk devletinin tayin edici bir özelliği olan, askeri otoritenin siyasal otoriteye bağımlılığı ilkesinin uygulamada, Türkiye’de farklı bir görünüm sunmasıdır. İkincisi ise, özerkleşme sürecinin demokratik hukuk devleti mantığının temel ilkelerinden biri olan yetki-sorumluluk bütünlüğünde aksaklıklar yaratmasıdır.Nasıl?Batı liberal demokrasilerindeki doktrin ve uygulamalarda, askerî otorite sivil otorite ilişkileri genellikle, silahlı kuvvetlerin siyasî otoriteye bağımlılığı ilkesi çerçevesinde ve şu dört unsur etrafında ele alınır:Silahlı kuvvetlerin kullanılması, yani stratejik planların hazırlanması ve uygulanması; askerî doktrin; silahlı kuvvetlerin idaresi, yani ordu ve birliklerin komutası, donanımı ve eğitimi; bu ilk iki unsuru yönlendiren millî savunma stratejisi; bu üç ülkeye şemsiye görevini yapan, karar ve yetki-sorumluluk mekanizmasını belirleyen yasal ve anayasal mevzuat.Türkiye açısından bu dört unsurun da uygulamada gönderme yaptığı tek kurum ve makam hemen her zaman Genelkurmay Başkanlığı olmuştur. Bu durumun üç önemli sonucu vardır. İlk olarak, Genelkurmay Başkanı’nı askerî otorite-sivil otorite ilişkilerinin kilit makamı ve yegane aracı haline sokmaktadır. İkinci olarak, millî savunma ve millî güvenlik gereklerinden hareketle Genelkurmay Başkanı’nı askerî otoritenin siyasal karar yapıları içindeki yeri ve rolünün yansıtıcısı ve temel kurumu haline getirmektedir. Üçüncü olarak, Genelkurmay Başkanlığı nezdinde aşırı merkezileşmiş bir ordu modeli ile bu modelin askerî otorite-sivil otorite ilişkileri açısından siyasî sonuçlarını açığa çıkarmaktadır.Gerçekten de 1920’den bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı, silahlı kuvvetlere ait yetkilerle millî savunmanın askerî cephesine ilişkin yetkilerin hemen hemen tümünü kendi uhdesinde toplamakta, tüm komuta kademelerini kendi otoritesine bağlamakta ve anayasal olarak gerek askerî politikalar gerekse idari sorumluluk açısından siyasi iktidarın askerî cephedeki tek muhatabı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu makam, Silahlı Kuvvetlerin devlet içindeki ve siyasal karar süreçlerindeki rolü açısından bir mıknatıs görevini yapmakta, hukuken ya da fiilen tüm diğer parçalar onun etrafında toplanmakta veya ondan hareketle anlam kazanmaktadır.Türk Silahlı Kuvvetleri’nin belirtilen çerçevede, Batı demokrasisi ordularından farklı olarak askerî ve idari açıdan aşırı merkeziyetçi bir yapıya ve Türkiye’de asker sivil ilişkilerinin kurumsallaşmış, kendisine özgü sistematiğe sahip olmasının önemli sonuçları vardır. Askerî otorite kontrol ettiği özerk alan ve kurumları vasıtasıyla, siyasal karar sürecini etkileyerek siyasal güç ilişkileri içinde ayrıcalıklı bir yer almakta ve yetkilerî haiz olmakla birlikte siyasal sorumluluk taşımayan bir mekanizmanın tüm siyasî sistemi belirlemesine yol açmaktadır.Nitekim Batı’ya ya da belli başlı NATO ülkelerine bakıldığı zaman ordu teşkilatlarının “dağıtılmış yetki ve koordinatör genelkurmay” mantığı üzerine kurulduğu görülür.Zira I. Dünya Savaşı sonrası savunma anlayışı topyekün savunma stratejisi üzerine kurulmuştur. Bu strateji, sadece askerî değil aynı zamanda sivil kaynakların, sadece savaş sırasında değil aynı zamanda barış zamanında seferber edilmesini varsayar. Ve bu stratejinin varlığı, askerî yetkinin tek askerî elde toplanması halinde siyaset ve ekonominin asker kontroluna geçmesi ve askeri mantığa tabi olması tehlikesini beraberinde getirir. Örneğin Fransa 1971 yılında bir kararnameyle, Türk modeline benzer bir yapılanmaya, emir-komuta genelkurmaya geçecek, ancak yaşanan askerîleşme eğilimi sonrası 1973 yılında yeni bir kararnameyle hızla eski dağıtılmış yetki modeline dönecektir.Özetle Türkiye’de asıl sorun özerkleşmede değil, merkezileşmededir…Bu değişmeden askerin siyasî rolü değişmez…


0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.