Bu dünya bir dengeler okyanusu. "Denge unsurları" okyanusu... Denge unsurları ile ilişkilerin kendi dengeni belirler. Kendi dengen sağlıklı ise, bu okyanusta yol alabilirsin. Yok yahut bozuk ise, akıntı çağanozu gibi bir yerlere sürüklenir durursun.
Bazen iyi görünen noktalara da getirebilir seni o sürükleniş. Ama tesadüfîdir, geçicidir. Bir dalga gelir, götürür. 970'li yılların bize neler kaybettirdiğini çok yazdım. Fakat bazı şeylerin farklı açılardan yazılması itibariyle faydası da olmuştur o yılların. Diğer kitaplarını geçin, lakin "Milli Kurtuluş Tarihi" ciltleri önemlidir Doğan Avcıoğlu'nun... Kütahya-Eskişehir muharebelerinde 30 bin kaçak var, meselâ. Yorumu zordur, çetrefildir. İstanbul-Ankara ayrılığı, ona bağlı umutsuzluklar ve tereddütler.. Amerikan himâyesi, İngiliz mandası düşünceleri, ismini duyunca çok şaşırabileceğiniz kimselerde bile vardı. Öyle düşünceye açık değerlendirme konuları mevcut ki, sınır konulamaz... Düşün, düşünebildiğin kadar.
Bu demokrasi hiçbir yere ampulün keşfi gibi gelmemiştir. Neler yaşandı, neler, onlarca yıl süren çatışmalardan yorgun düşme noktasına gelinip de sonra "acaba uzlaşsak mı?" kıvamına nasıl ulaşıldığının yüzlerce hikâyesi var. Şimdi Irak'ta demokrasiden falan söz ediliyor, değil mi? Klasik demokrasi prosedürü: Amerika çekilecek, orada unsurlar 10 sene çarpışacak, tükenme noktasına yaklaşıldığında çöküp düşünmeye başlayacaklar! "Bazı noktalarda uzlaşsak mı acaba?" diyerek! Ama bugünkü evrensel konjonktür o "demokrasi oluşturma klasikleri"nin yaşanmasına izin vermez. Bambaşka dengeler okyanusundayız; her şey çok hızlı, zaman eskisi kadar sabırlı değil.
Zaman kazanmanın, zamana yetişmenin bir tek yolu var; düşünce. Olayların düşündürmesini bekleyen, yapacak bir şey kalmadığı zaman düşünmeye başlayacak demektir. Çok geç olacaksa, hiç olmasın! Hiç değilse beyhude düşünceler yüzünden acı çekmeksizin sürüklenirsin! Çaresiz sürüklenişlere çeşitli (maddi-ideolojik) uyuşturucuların musallatlığı bundan dolayıdır. Düşünmek, bir denge muhasebesidir. Dengenin unsurlarını bilmek, her birinin önemini, ağırlığını, değerini, gücünü bilmek demektir. Krizler, dengeler okyanusunun dalgalı fırtınalı bölgelerinde (zamanlarında) görülen dengesizlik kırılmalarıdır. Krizlere karşı tedbir çeşitli safhalar gösterir: Kriz şartlarına girmemeye çalışacaksın; girmişsen, elinde olan imkânlarla elinde olmayan şartları etkilemek suretiyle o krizi yöneteceksin; yönetilen kriz şartları yatışınca da o krizin dip meselelerini çözeceksin.
Tepkisellik, sürüklenme acziyetinin uyuşturucu ihtiyacına hitap eden bir nefsanî zaaftır. Yüzmeyi bilenin sükûneti teslimiyet değil hâkimiyettir. Yüzmeyi bilmeyenin gürültülü çabaları ve çırpınmaları ise akıbetini çabuklaştıran bir negatif aktivitedir. Hiç kıpırdanmadan sırt üstü yatmayı bilseydi, ama "bilseydi"; batmazdı. Dengeler okyanusunda, yani bu hayatta, sükûnet duruşu bile bir denge bilgisine ve düşüncesine sahip bulunmayı icap ettirir. (Abdülhamid pasifti ittihatçılar aktif!) Bir düşünür, sonunda yanıldığını itiraf mecburiyetinde kalan aydınlar için şöyle diyor: "Bu itirafların toplumsal hiçbir değeri yoktur. O yanılgıların bedelini toplum ödemiştir çünkü." (E.G.)
İşin aslı: Bizim aydınlarımız "ya yanıltıyorsam, ya topluma ağır bir bedel ödetirsem" sorumluluğunu taşımıyor. Kavramlarla oynayan hiperaktif bir çocuk gibi ihtiyatsız, itidalsiz, düşüncesiz bir aksiyonla dalgalanıyor. "Yanılmışım" itirafını bile yeni bir yanılgıya geçerken eskisi için söylüyor! Bizim aydınımız denge nedir bilmiyor, içselleştirilebilmesi düşünce gerektiren bilgilere erişemiyor, bir miktar militanlaşmayı kaçınılmaz kılan daracık bir alana kendi kendini hapsediyor. Kendine verdiği zararın hesabını da başkalarına soruyor, onlara ödetmek istiyor. Söz ve eylemlerini de (aklî) şuuru değil, (nefsanî) şuuraltı belirliyor. Aydınlarımızın tarihini her inceleyişimde şu kanaatim perçinlenip durmuştur: Yaşadıkları yazdıklarından daha ilginç, daha düşündürücü. Yani yazdıklarının okunması, pek lüzumlu değil de, yaşadıklarının bilinmesi oldukça önemli.
Bazen iyi görünen noktalara da getirebilir seni o sürükleniş. Ama tesadüfîdir, geçicidir. Bir dalga gelir, götürür. 970'li yılların bize neler kaybettirdiğini çok yazdım. Fakat bazı şeylerin farklı açılardan yazılması itibariyle faydası da olmuştur o yılların. Diğer kitaplarını geçin, lakin "Milli Kurtuluş Tarihi" ciltleri önemlidir Doğan Avcıoğlu'nun... Kütahya-Eskişehir muharebelerinde 30 bin kaçak var, meselâ. Yorumu zordur, çetrefildir. İstanbul-Ankara ayrılığı, ona bağlı umutsuzluklar ve tereddütler.. Amerikan himâyesi, İngiliz mandası düşünceleri, ismini duyunca çok şaşırabileceğiniz kimselerde bile vardı. Öyle düşünceye açık değerlendirme konuları mevcut ki, sınır konulamaz... Düşün, düşünebildiğin kadar.
Bu demokrasi hiçbir yere ampulün keşfi gibi gelmemiştir. Neler yaşandı, neler, onlarca yıl süren çatışmalardan yorgun düşme noktasına gelinip de sonra "acaba uzlaşsak mı?" kıvamına nasıl ulaşıldığının yüzlerce hikâyesi var. Şimdi Irak'ta demokrasiden falan söz ediliyor, değil mi? Klasik demokrasi prosedürü: Amerika çekilecek, orada unsurlar 10 sene çarpışacak, tükenme noktasına yaklaşıldığında çöküp düşünmeye başlayacaklar! "Bazı noktalarda uzlaşsak mı acaba?" diyerek! Ama bugünkü evrensel konjonktür o "demokrasi oluşturma klasikleri"nin yaşanmasına izin vermez. Bambaşka dengeler okyanusundayız; her şey çok hızlı, zaman eskisi kadar sabırlı değil.
Zaman kazanmanın, zamana yetişmenin bir tek yolu var; düşünce. Olayların düşündürmesini bekleyen, yapacak bir şey kalmadığı zaman düşünmeye başlayacak demektir. Çok geç olacaksa, hiç olmasın! Hiç değilse beyhude düşünceler yüzünden acı çekmeksizin sürüklenirsin! Çaresiz sürüklenişlere çeşitli (maddi-ideolojik) uyuşturucuların musallatlığı bundan dolayıdır. Düşünmek, bir denge muhasebesidir. Dengenin unsurlarını bilmek, her birinin önemini, ağırlığını, değerini, gücünü bilmek demektir. Krizler, dengeler okyanusunun dalgalı fırtınalı bölgelerinde (zamanlarında) görülen dengesizlik kırılmalarıdır. Krizlere karşı tedbir çeşitli safhalar gösterir: Kriz şartlarına girmemeye çalışacaksın; girmişsen, elinde olan imkânlarla elinde olmayan şartları etkilemek suretiyle o krizi yöneteceksin; yönetilen kriz şartları yatışınca da o krizin dip meselelerini çözeceksin.
Tepkisellik, sürüklenme acziyetinin uyuşturucu ihtiyacına hitap eden bir nefsanî zaaftır. Yüzmeyi bilenin sükûneti teslimiyet değil hâkimiyettir. Yüzmeyi bilmeyenin gürültülü çabaları ve çırpınmaları ise akıbetini çabuklaştıran bir negatif aktivitedir. Hiç kıpırdanmadan sırt üstü yatmayı bilseydi, ama "bilseydi"; batmazdı. Dengeler okyanusunda, yani bu hayatta, sükûnet duruşu bile bir denge bilgisine ve düşüncesine sahip bulunmayı icap ettirir. (Abdülhamid pasifti ittihatçılar aktif!) Bir düşünür, sonunda yanıldığını itiraf mecburiyetinde kalan aydınlar için şöyle diyor: "Bu itirafların toplumsal hiçbir değeri yoktur. O yanılgıların bedelini toplum ödemiştir çünkü." (E.G.)
İşin aslı: Bizim aydınlarımız "ya yanıltıyorsam, ya topluma ağır bir bedel ödetirsem" sorumluluğunu taşımıyor. Kavramlarla oynayan hiperaktif bir çocuk gibi ihtiyatsız, itidalsiz, düşüncesiz bir aksiyonla dalgalanıyor. "Yanılmışım" itirafını bile yeni bir yanılgıya geçerken eskisi için söylüyor! Bizim aydınımız denge nedir bilmiyor, içselleştirilebilmesi düşünce gerektiren bilgilere erişemiyor, bir miktar militanlaşmayı kaçınılmaz kılan daracık bir alana kendi kendini hapsediyor. Kendine verdiği zararın hesabını da başkalarına soruyor, onlara ödetmek istiyor. Söz ve eylemlerini de (aklî) şuuru değil, (nefsanî) şuuraltı belirliyor. Aydınlarımızın tarihini her inceleyişimde şu kanaatim perçinlenip durmuştur: Yaşadıkları yazdıklarından daha ilginç, daha düşündürücü. Yani yazdıklarının okunması, pek lüzumlu değil de, yaşadıklarının bilinmesi oldukça önemli.
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.