Aziz ÜSTEL
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani , dünyanın değiştiğini ve Che Guevera döneminin bittiğini...’ söylemiş PKK için ve Türk Parlementosu’nda demokratik tartışmaya gitmelerini önermiş.
İyi de acaba Talabani Ernesto ‘Che’ Guevara’nın kim olduğunu biliyor mu ya da son günlerin moda şarkısını dinlerken ‘Kommandante Che Guevaraaaa’ diye mırıldanarak onun John Lennon, James Dean, Marilyn Monroe gibi gençliğinin son baharında yitip giden bir şarkıcı ya da oyuncu falan mı sanıyor?
Gerçek Marksistler Che Guevara’dan söz edildiği zaman güler, başlarını sallarlar, fazla bir şey söylemezler... Burjuva romantikleridir Che’yi yere göğe sığdıramayan, üniversiteli genç kızlardır onun posterlerini duvarlarına asıp karşısında iç geçiren. Şiirleri fena değildir en güzeliyse ‘Veda Şarkısı’dır. Victor Jara onu bestelemek için çok uğraşmışsa da başarılı olamamıştır. ‘Gölgeli Otoportre’ adlı şiiri tam bir felakettir, Lenin, Marks ve Engels’i över ki, şiiri sonuna kadar okuyup bitirmek Das Kapital’in ilk paragrafını okuyup anlamaktan zordur.
Ernesto ‘Che’ Guevara Arjantinli’dir, Küba devrimi öncesi yazılıp çizilene bakarsanız tıp öğrencisi, devrim sonrası kitaplardaysa doktor/cerrah/ekonomist diye tanımlanır mesleği. Ekonomistliği ilginçtir. Fidel Castro’nun kardeşi Raul’un anlattığına göre Batista’nın kaçmasından hemen sonra Castro’nun yaptığı ilk hükümet toplantısında biri sorar. ‘Arkadaşlar içinizde ekonomist var mı?’ diye. Bir tek Che el kaldırır. Herkes şaşkın şaşkın bakar. Che yanlış anlamıştır soruyu ‘Aranızda komünist var mı?’ diye sorulduğunu sanmıştır. Gene de Fidel onu Merkez Bankası’nın başına getirir!
Alberto Korda’nın çektiği ünlü bir fotoğrafı vardır Guevara’nın. Kızıl yıldızlı bayrağın önünde, bereli, keskin bakışlı, gururlu... İşte bu fotoğraf Che’nin nefret ettiği kapitalistlerce Smirnoff votka reklamlarından puro satış kampanyalarına değin yüzlerce yerde kullanılmış bu da eminim Che’nin yattığı yerde bir kaç kez ters dönmesine neden olmuştur.
Öğrencilerin başlattığı 1968 ‘devrim’ ayaklanmalarında Che Guvera bayraktır. Herkes sakal salar, kafasına bere, sırtına asker kaputu ya da parkası giyer, ayağına çizme çeker ve Guevera’lar ölmez diyerek bağıra çağıra dolanır sokak sokak, yıkar, yakar, yağmalar... böylece de 68’ler kuşağı diye bir başka efsane daha oluşur.
Fidel Castro bir keresinde ‘Che’nin tüm romantizmi ve yiğit duruşunun ardında vahşi bir yanı da vardı...’ der ve ekler: ‘... İşçi ve köylü sınıfına karşı bir türlü üstesinden gelemediği tiksinmeden kaynaklanıyordu bu. Aslında Che bir Castilla soylusuydu, devrimciliğe önce can sıkıntısını gidermek için sonralarıysa serüvencilik adına soyunmuştu...’Bu sözleri Che, Batista yandaşı olduğu ‘sanılan’ yüzlerce şeker kamışı derleyen işçinin öldürülmesi için hükümete getirdiği ve oy çokluğuyla red edilen önerge sonrası söylemiştir. Söyledikten sonra da bin pişman olmuştur ama İspanya’nın yüksek tirajlı ABC gazetesinde çıkmasına da engel olamamıştır.
Che Cüba’da işlerin aksak topal da olsa yoluna girmesinden sonra bu kez devrimi Kongo’ya ihraç etmek için Afrika’nın yolunu tutar, başarılı olmaz ve soluğu Bolivya’da alır. Marks’tan Mao’ya yatay geçiş yapmış devrimin salt işçi sınıfıyla değil köylü milletiyle de yapılacağını söylemiştir. Ama evdeki hesap Bolivya’daki çarşıya uymaz, ‘Biz rahatız kardeşim... git işine...’ diyen köylüler Che’yi polise ihbar ederler ve Che polis tarafından yakalanır, bir okulda da bedenine altı kurşun sıkılarak öldürülür. Yakalandığını duyan Castro Bolivya’ya bir askeri birlik gönderip kurtarmak ister dostunu ama Cüba’nın ağa babası Sovyetler, otur oturduğun yerde derler, çünkü onlar da rahatsız olmuşlardır Che’nin ününden..
Şimdi... Efsaneler siyasetten ve kuramlardan öte şeylerdir... Gerçek yaşamını büyüteç altına almadığımız sürece, Che bizler yetti artık diyene kadar, bizim istediğimiz ve de biçimlendirdiğimiz gibi yaşayacaktır... Şimdi... PKK, cehalati vahşet potasında eritip bunu çoluğun çocuğun üzerine sıvı çelik gibi döken bir çapulcu güruhudur... kimi, neden, niçin kurtaracağını bilmeden ‘devrim’ gibi bir üst yapı kurumuna alt yapısız soyunan dağ eşkiyasıdır. Romantizmleyse uzaktan yakından ilgisi yoktur... anlatabildim mi Celal Bey?
Ahmet Tevfik
Küflü’ye sevgi saygı
Ahmet Tevfik Küflü benim Ahmet Ağabeyimdir, bırakın Türkiye’yi belki de Avrupa’nın sayılı yayınevlerinden biri olan BİLGİ YAYINEVİ’ni, dişiyle tırnağıyla yoktan var etmiş, Kemal Tahir’den tutun da yazarlık adına kim ne yapmaya soyunmuşsa bu ülkede, Ahmet Ağebeyimin tezgahından ulaşmıştır okuruna. Yayımladığı son kitaplarından biri FAUL ... FİFA’nın Karanlık Yüzü... gazeteci Andrew Jennings yazmış... Futbolla uzaktan yakından ilgiliyseniz hemen alın bu kitabı... hele spor yazarı falansanız hiç durmayın... Havalange’den Johannsen’e oradan da Platini’ye uzanan dolambaçlı yolu, cebe atılan milyonları, avantaları, sahte imzaları, satın alınılan delegeleri, FİFA merkezine kocaman bir torba zarfta yollanan 1 milyon İsviçre Frangı’nın öyküsünü okuyup sonra da düşüneceksiniz niye bağırdık ‘ulan bu falanca ülkeden gelme hakem kör mü??!!’ diye...
Bizim Salamon maliyede
Geçenlerde Salamon yazıhanede otururken maliyeden bir yazı gelmiş. Defterlerini al 15 gün içinde Vergi Dairesi’ne gel diye. Salamon’un paçaları tutuşmuş. Hemen eşe dosta akıl danışmış. ‘Yahu biraderim, nasıl gitsem vergi dairesine? Şık mı giyinsem partal mı?’ Kimi demiş ki, şık giyinme seni zengin sanıp ümmüğüne çökerler, kimi partal giyin haline bakıp acırlar ceza meza kesmezler. Bakmış Salamon her kafadan bir ses çıkıyor, gitmiş havraya. Bakmış haham bir köşede mini etekli hoş bir hatunla fiskosa yatmış. Biraz sonra hatunla hahamın konuşması bitmiş ve hanım gitmiş. Salamon hemen hahama yanaşmış ‘Haham efendi vergi dairesine gitmem gerek... nasıl giyineyim giderken? Partal mı yoksa şık mı... ne dersin?’
Haham gülmüş:
‘Şu biraz önce giden güzel hanım var ya? Onun derdiyle seninkisi aynı.’
‘Nasıl yani?’
‘O da bu gece görücüye çıkıyor. Mini etek mi giyeyim yoksa uzun etek mi? diye sordu bana. Ona verdiğim cevabı sana da veriyorum Salamon’cuğum. Ne giyersen giy fark etmez...adam sonunda becerecek seni !!’
( Bu fıkrayı yollayan Trabzonlu Nihat’a teşekkürler...)
Cep telefonları beni bu hale getirdi!
Şair ne buyurmuş: ‘Bir elinde telefon, diğerinde direksiyon;
Dert mi biraz önce altına girdiği kamyon!’
Bir yerden bir yere gitmeye davranın hele şu İstanbul’da. Dudağınız uçuklamazsa ‘A’dan ‘B’ ye giderken, kalemimi kırarım. Cikletten ya da piyangodan çıkan ehliyetlerle direksiyon başına geçenler, bir de cep telefonu edindiler mi yollar suyla sabun yüzü görmemiş Mualla Bacı’nın beline uzanan saçlarından farksız. Bu çenesi düşük takımı, cep telefonlu, tek elle direksiyona hakim olma uğraşında, sağ şeritten sol şerite geçe geçe giderken küt önündeki arabanın bagajında. Arabadan iner, telefon hala elinde, bir yandan konuştuğuına laf yetiştirirken öte yandan çarptığı adamla itiş kakışa girer ve yol tıkanır da tıkanır.
Geçen gün bizim Mehmet Cibara’nın torununu ana okuluna yolluyoruz. Dikkat isterim dostlar ANA OKULUNA dedim. Minibüsün içinde bebeler ellerinde ne var? Çikolata mı? Hayır. Bisküvi ya da şekerleme? Gene hayır. Ellerinde cep telefonları var. Rengarenk, üzerlerinde miki farenin falan resmi... düğmeye basıyorlar. Karşılarında anaları ya da babaları, ‘anneee ben okula gitmesem olmaz mı...?’ gibi son derece önemli ve de cep telefonsuz iletilemeyecek dertler.. Bu çocukların bir suçu yok, bunların eline telefonu tutuşturan kimse, asıl dingil o! Yarın bu çocuklar büyüyecek ve direksiyon başına ellerinin doğal uzantısı haline gelmiş bir cep telefonuyla oturacaklar. Bir düşünsenize, bu cep telefonlarının bir de televizyon ekranlıları çıktı çıkacak piyasaya... Hem maç seyret, hem direksiyon salla, sonra otomobilinle tırman en yakın ağaca! Ey cep telefonu tutkunları, bu aletler yokken n’apardınız siz? Nasıl çene çalardınız eşle dostla? Bakın bu cep telefonu manyaklığı ne boyutlara varmış: Kayserili bir vatandaş ölürken vasiyet etmiş: ‘Tabutumun içine bir cep telefonu koyun, öbür taraftan sizi sık sık arar hatırınızı sorarım!!’
Tabi salt cep telefonları değil bizim trafik derdimiz. Bir de İstanbul Ana Kent Belediyesi var ki koca İstanbul’u yaz boz tahtasına çevirdi. Bir gün bir kavşak bozuluyor, ertesi gün bir köprü yerle bir, bu yanda tüneller kazılıyor, öte yanda tüneller kapatılıyor... Belediye yaftalar asıyor bilmem kaç bin kavşak açtık, köprü yaptık diye. Yapma kardeşim, var olanı bozma, yapmaya sıvandığını da bitir bir an önce. Ha az daha Ana Kent Belediye’sinin Ulaşım Dairesi’ni unutuyordum. Güzel kardeşim yolda bir değil iki TIR devrilmiş, koca E5 kapalı, duyursan da o yola girmesek? Cumartesi mi bu gün? Tatil mi? Sesim geliyor muuu?!! Anlaşıldı.. yerel seçimlerde de benim size oyum gelmeyecek! Bir de şu ilçe belediyelerinden bir ricam var... lütfen kaldırımları söküp söküp yeni kaldırım taşları döşemeyin... trafiğin canına okudunuz bari bırakın da yayalar rahat yürüsün!
İyi de acaba Talabani Ernesto ‘Che’ Guevara’nın kim olduğunu biliyor mu ya da son günlerin moda şarkısını dinlerken ‘Kommandante Che Guevaraaaa’ diye mırıldanarak onun John Lennon, James Dean, Marilyn Monroe gibi gençliğinin son baharında yitip giden bir şarkıcı ya da oyuncu falan mı sanıyor?
Gerçek Marksistler Che Guevara’dan söz edildiği zaman güler, başlarını sallarlar, fazla bir şey söylemezler... Burjuva romantikleridir Che’yi yere göğe sığdıramayan, üniversiteli genç kızlardır onun posterlerini duvarlarına asıp karşısında iç geçiren. Şiirleri fena değildir en güzeliyse ‘Veda Şarkısı’dır. Victor Jara onu bestelemek için çok uğraşmışsa da başarılı olamamıştır. ‘Gölgeli Otoportre’ adlı şiiri tam bir felakettir, Lenin, Marks ve Engels’i över ki, şiiri sonuna kadar okuyup bitirmek Das Kapital’in ilk paragrafını okuyup anlamaktan zordur.
Ernesto ‘Che’ Guevara Arjantinli’dir, Küba devrimi öncesi yazılıp çizilene bakarsanız tıp öğrencisi, devrim sonrası kitaplardaysa doktor/cerrah/ekonomist diye tanımlanır mesleği. Ekonomistliği ilginçtir. Fidel Castro’nun kardeşi Raul’un anlattığına göre Batista’nın kaçmasından hemen sonra Castro’nun yaptığı ilk hükümet toplantısında biri sorar. ‘Arkadaşlar içinizde ekonomist var mı?’ diye. Bir tek Che el kaldırır. Herkes şaşkın şaşkın bakar. Che yanlış anlamıştır soruyu ‘Aranızda komünist var mı?’ diye sorulduğunu sanmıştır. Gene de Fidel onu Merkez Bankası’nın başına getirir!
Alberto Korda’nın çektiği ünlü bir fotoğrafı vardır Guevara’nın. Kızıl yıldızlı bayrağın önünde, bereli, keskin bakışlı, gururlu... İşte bu fotoğraf Che’nin nefret ettiği kapitalistlerce Smirnoff votka reklamlarından puro satış kampanyalarına değin yüzlerce yerde kullanılmış bu da eminim Che’nin yattığı yerde bir kaç kez ters dönmesine neden olmuştur.
Öğrencilerin başlattığı 1968 ‘devrim’ ayaklanmalarında Che Guvera bayraktır. Herkes sakal salar, kafasına bere, sırtına asker kaputu ya da parkası giyer, ayağına çizme çeker ve Guevera’lar ölmez diyerek bağıra çağıra dolanır sokak sokak, yıkar, yakar, yağmalar... böylece de 68’ler kuşağı diye bir başka efsane daha oluşur.
Fidel Castro bir keresinde ‘Che’nin tüm romantizmi ve yiğit duruşunun ardında vahşi bir yanı da vardı...’ der ve ekler: ‘... İşçi ve köylü sınıfına karşı bir türlü üstesinden gelemediği tiksinmeden kaynaklanıyordu bu. Aslında Che bir Castilla soylusuydu, devrimciliğe önce can sıkıntısını gidermek için sonralarıysa serüvencilik adına soyunmuştu...’Bu sözleri Che, Batista yandaşı olduğu ‘sanılan’ yüzlerce şeker kamışı derleyen işçinin öldürülmesi için hükümete getirdiği ve oy çokluğuyla red edilen önerge sonrası söylemiştir. Söyledikten sonra da bin pişman olmuştur ama İspanya’nın yüksek tirajlı ABC gazetesinde çıkmasına da engel olamamıştır.
Che Cüba’da işlerin aksak topal da olsa yoluna girmesinden sonra bu kez devrimi Kongo’ya ihraç etmek için Afrika’nın yolunu tutar, başarılı olmaz ve soluğu Bolivya’da alır. Marks’tan Mao’ya yatay geçiş yapmış devrimin salt işçi sınıfıyla değil köylü milletiyle de yapılacağını söylemiştir. Ama evdeki hesap Bolivya’daki çarşıya uymaz, ‘Biz rahatız kardeşim... git işine...’ diyen köylüler Che’yi polise ihbar ederler ve Che polis tarafından yakalanır, bir okulda da bedenine altı kurşun sıkılarak öldürülür. Yakalandığını duyan Castro Bolivya’ya bir askeri birlik gönderip kurtarmak ister dostunu ama Cüba’nın ağa babası Sovyetler, otur oturduğun yerde derler, çünkü onlar da rahatsız olmuşlardır Che’nin ününden..
Şimdi... Efsaneler siyasetten ve kuramlardan öte şeylerdir... Gerçek yaşamını büyüteç altına almadığımız sürece, Che bizler yetti artık diyene kadar, bizim istediğimiz ve de biçimlendirdiğimiz gibi yaşayacaktır... Şimdi... PKK, cehalati vahşet potasında eritip bunu çoluğun çocuğun üzerine sıvı çelik gibi döken bir çapulcu güruhudur... kimi, neden, niçin kurtaracağını bilmeden ‘devrim’ gibi bir üst yapı kurumuna alt yapısız soyunan dağ eşkiyasıdır. Romantizmleyse uzaktan yakından ilgisi yoktur... anlatabildim mi Celal Bey?
Ahmet Tevfik
Küflü’ye sevgi saygı
Ahmet Tevfik Küflü benim Ahmet Ağabeyimdir, bırakın Türkiye’yi belki de Avrupa’nın sayılı yayınevlerinden biri olan BİLGİ YAYINEVİ’ni, dişiyle tırnağıyla yoktan var etmiş, Kemal Tahir’den tutun da yazarlık adına kim ne yapmaya soyunmuşsa bu ülkede, Ahmet Ağebeyimin tezgahından ulaşmıştır okuruna. Yayımladığı son kitaplarından biri FAUL ... FİFA’nın Karanlık Yüzü... gazeteci Andrew Jennings yazmış... Futbolla uzaktan yakından ilgiliyseniz hemen alın bu kitabı... hele spor yazarı falansanız hiç durmayın... Havalange’den Johannsen’e oradan da Platini’ye uzanan dolambaçlı yolu, cebe atılan milyonları, avantaları, sahte imzaları, satın alınılan delegeleri, FİFA merkezine kocaman bir torba zarfta yollanan 1 milyon İsviçre Frangı’nın öyküsünü okuyup sonra da düşüneceksiniz niye bağırdık ‘ulan bu falanca ülkeden gelme hakem kör mü??!!’ diye...
Bizim Salamon maliyede
Geçenlerde Salamon yazıhanede otururken maliyeden bir yazı gelmiş. Defterlerini al 15 gün içinde Vergi Dairesi’ne gel diye. Salamon’un paçaları tutuşmuş. Hemen eşe dosta akıl danışmış. ‘Yahu biraderim, nasıl gitsem vergi dairesine? Şık mı giyinsem partal mı?’ Kimi demiş ki, şık giyinme seni zengin sanıp ümmüğüne çökerler, kimi partal giyin haline bakıp acırlar ceza meza kesmezler. Bakmış Salamon her kafadan bir ses çıkıyor, gitmiş havraya. Bakmış haham bir köşede mini etekli hoş bir hatunla fiskosa yatmış. Biraz sonra hatunla hahamın konuşması bitmiş ve hanım gitmiş. Salamon hemen hahama yanaşmış ‘Haham efendi vergi dairesine gitmem gerek... nasıl giyineyim giderken? Partal mı yoksa şık mı... ne dersin?’
Haham gülmüş:
‘Şu biraz önce giden güzel hanım var ya? Onun derdiyle seninkisi aynı.’
‘Nasıl yani?’
‘O da bu gece görücüye çıkıyor. Mini etek mi giyeyim yoksa uzun etek mi? diye sordu bana. Ona verdiğim cevabı sana da veriyorum Salamon’cuğum. Ne giyersen giy fark etmez...adam sonunda becerecek seni !!’
( Bu fıkrayı yollayan Trabzonlu Nihat’a teşekkürler...)
Cep telefonları beni bu hale getirdi!
Şair ne buyurmuş: ‘Bir elinde telefon, diğerinde direksiyon;
Dert mi biraz önce altına girdiği kamyon!’
Bir yerden bir yere gitmeye davranın hele şu İstanbul’da. Dudağınız uçuklamazsa ‘A’dan ‘B’ ye giderken, kalemimi kırarım. Cikletten ya da piyangodan çıkan ehliyetlerle direksiyon başına geçenler, bir de cep telefonu edindiler mi yollar suyla sabun yüzü görmemiş Mualla Bacı’nın beline uzanan saçlarından farksız. Bu çenesi düşük takımı, cep telefonlu, tek elle direksiyona hakim olma uğraşında, sağ şeritten sol şerite geçe geçe giderken küt önündeki arabanın bagajında. Arabadan iner, telefon hala elinde, bir yandan konuştuğuına laf yetiştirirken öte yandan çarptığı adamla itiş kakışa girer ve yol tıkanır da tıkanır.
Geçen gün bizim Mehmet Cibara’nın torununu ana okuluna yolluyoruz. Dikkat isterim dostlar ANA OKULUNA dedim. Minibüsün içinde bebeler ellerinde ne var? Çikolata mı? Hayır. Bisküvi ya da şekerleme? Gene hayır. Ellerinde cep telefonları var. Rengarenk, üzerlerinde miki farenin falan resmi... düğmeye basıyorlar. Karşılarında anaları ya da babaları, ‘anneee ben okula gitmesem olmaz mı...?’ gibi son derece önemli ve de cep telefonsuz iletilemeyecek dertler.. Bu çocukların bir suçu yok, bunların eline telefonu tutuşturan kimse, asıl dingil o! Yarın bu çocuklar büyüyecek ve direksiyon başına ellerinin doğal uzantısı haline gelmiş bir cep telefonuyla oturacaklar. Bir düşünsenize, bu cep telefonlarının bir de televizyon ekranlıları çıktı çıkacak piyasaya... Hem maç seyret, hem direksiyon salla, sonra otomobilinle tırman en yakın ağaca! Ey cep telefonu tutkunları, bu aletler yokken n’apardınız siz? Nasıl çene çalardınız eşle dostla? Bakın bu cep telefonu manyaklığı ne boyutlara varmış: Kayserili bir vatandaş ölürken vasiyet etmiş: ‘Tabutumun içine bir cep telefonu koyun, öbür taraftan sizi sık sık arar hatırınızı sorarım!!’
Tabi salt cep telefonları değil bizim trafik derdimiz. Bir de İstanbul Ana Kent Belediyesi var ki koca İstanbul’u yaz boz tahtasına çevirdi. Bir gün bir kavşak bozuluyor, ertesi gün bir köprü yerle bir, bu yanda tüneller kazılıyor, öte yanda tüneller kapatılıyor... Belediye yaftalar asıyor bilmem kaç bin kavşak açtık, köprü yaptık diye. Yapma kardeşim, var olanı bozma, yapmaya sıvandığını da bitir bir an önce. Ha az daha Ana Kent Belediye’sinin Ulaşım Dairesi’ni unutuyordum. Güzel kardeşim yolda bir değil iki TIR devrilmiş, koca E5 kapalı, duyursan da o yola girmesek? Cumartesi mi bu gün? Tatil mi? Sesim geliyor muuu?!! Anlaşıldı.. yerel seçimlerde de benim size oyum gelmeyecek! Bir de şu ilçe belediyelerinden bir ricam var... lütfen kaldırımları söküp söküp yeni kaldırım taşları döşemeyin... trafiğin canına okudunuz bari bırakın da yayalar rahat yürüsün!


0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.