Etyen MAHÇUPYAN
Modernliğin getirdiği yeniliklerden biri bireyi öne çıkarması, herkesin kendi farklılığını yaşama ve kamusal alana çıkarma hakkını meşru kılmasıydı. Böylece hem dünyanın hem de algılamalarımızın göreceliliği tartışılmaz bir gerçeklik olarak zihnimizde yerini aldı.
Söz konusu görecelilik bir yandan bugünü çeşitlendirirken, geçmişe ve geleceğe ilişkin de yepyeni uzantılar yarattı. Geleceğin nasıl olması gerektiği artık biz 'bireylerin' arzusuna bağlıydı. Dolayısıyla toplumsal kararların bireyleri kuşatan bir biçim alması gerekiyordu. Liberal demokrasinin meşruiyet zemini buradadır... Diğer taraftan geçmişin de farklı bireyler açısından farklı algılanmasından daha doğal bir şey olamazdı. Böylece tarihin kendisi de göreceli hale geldi. Modern dünya esas olarak gelecekle ilgili tasavvur üzerinden kurulduğu ölçüde, tarihi bir miktar profesyonelleştirdi ve araçsallaştırdı; ancak gene de tarihin bütün o karmaşıklığıyla, hatta bizzat o karmaşıklığı sayesinde öğretici olduğu fikri özellikle Batı dünyasında yerleşti. Bugün Avrupa'nın lise eğitiminde okunan tarih disiplini ile bizler üniversitede bile karşılaşmıyoruz...
Türkiye'nin gerçek anlamıyla tarihten, yani somut yaşanmışlıkların nedenlerinin anlaşılmaya çalışılmasından hazzetmemesinin nedenleri bir sır değil. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş açık bir süreklilik ima etmesine karşın, bunu bir 'kopuş' olarak resmetmek isteyen bir bakışın varlığı, nedenlerden biri. Dahası yeni yönetimin meşruiyeti yepyeni bir kimliği öne çıkardığı ölçüde, bu kimliğin içi zorunlu olarak tarih dışı bir ideolojik malzeme ile dolduruldu. Dolayısıyla Türkiye toplumu sanki tarihsel sürecin doğal uzantısı olarak değil de, bir anda zamanın ortasına düşmüş ama kadim geçmişle apaçık bağlantı içinde olan bir 'yeniden doğuş' olarak algılandı. Böylece tarih dışı bir kadim geçmişle yine tarih dışı bir 'yeniden doğuş' fikriyatı bir araya geldi ve tabii, olan gerçekten yaşanmış geçmişe oldu... Bu geçmişi unutmakla kalmadık, onu unutmanın meşru olduğuna kendimizi inandırdık.
Ne var ki modern dünya tarihsiz olmuyor... 'Millet' yaratmanın, 'ulus-devlet' kurmanın yolu tarihsel rasyonalizasyondan geçiyor. Yani bu adımların gerekçesini bir biçimde tarihte bulmanız lazım. Dolayısıyla Türkiye'nin de bir 'tarihe' ihtiyacı vardı ama bunun gerçek anlamıyla, örneğin İttihat Terakki'yi ve Teşkilat-ı Mahsusa'yı kapsayan bir tarih olması istenmiyordu çünkü İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e olan süreklilik tam da bu örgütlenmeler üzerinden gerçekleşmişti. Ama eğer en yakın tarihi yok sayıyorsanız, onun hemen öncesini anlamanız ve anlatmanızın da bir anlamı olmaz. Tarihi bir yere kadar okuyup, sonrasında bir bölümü tümüyle atladığınızda, zihninizde olmaması gereken sorular belirebilir... Bu sıkışma Cumhuriyet'in tek parti yönetimini yepyeni bir tarih yaratmaya sevk etti. Yaşanmamış ama yaşanmışmış gibi yapılan bir tarih... Olmayan ama bize göre olması gereken bir tarih. Bunun anlamı geçmişin bugünün sorunları üzerinden bir kurmaca olarak yaratılmasıdır. Nasıl bir geçmişe ihtiyaç olduğu düşünülüyorsa, onun devlet eliyle üretilip eğitim yoluyla topluma servis edilmesidir. Türkiye bu yöntemi o denli benimsedi ve içselleştirdi ki, tarihin her yerde böyle yazıldığına dair bir algılama oluştu. Diğer bir deyişle tarih, her ulus-devletin ve her 'milletin' kendi isteğine ve bakışına göre yazabileceği, meşruiyet sıkıntısı olmayan bir metin olarak görülmeye başlandı. Böylece modern dünyanın bireyler üzerinden tanımladığı görecelilik, bizde 'milletlerin' göreceliliğine dönüştü. Sonuçta Türkiye modern tasavvurun ayrılmaz parçası olan otoriterlik eğilimini kendisine şiar edinerek, bireyselliği öldürme pahasına toplumu 'millet' mantığı üzerinden şekillendirmeye çalıştı.
Modernizme tutunan 'Resmî ideoloji'
Tarihin bir 'milli kurmaca' olarak tanımlanması, gerçek kurmacaların da tarihsel anlamı olduğunu ima etmekteydi. Nitekim edebi romanların ve sinema filmlerinin anlattığı kurmaca hikâyelere 'tarihsel olarak yanlış' savıyla karşı çıkıldı. Türkiye'nin insanları edebiyat ve sanat gibi kurmacanın esas alanlarını bir tür 'yaşanmış gerçeklik' olarak algıladılar; çünkü devlet 'yaşanmış gerçekliği' tam bir kurmaca gibi üretmekteydi... Öte yandan bu zihinsel karmaşa popüler düzlemde var olan büyük gerçeklik açlığını kapatmak bir yana, daha da azdırdı. Çünkü böylesine göreceli bir 'geçmiş' karşısında insanın içine sinen bir kimlik üretmek mümkün değildi. Dolayısıyla Türkiye toplumu son yıllarda giderek kendi temellerinden kuşkulanan, ancak bunu yüksek sesle dillendirmekten çekinen, onun yerine kendisini tatmin edecek 'deliller' peşinde koşan bir halk haline geldi. Yaşanmış bir gerçeklik olarak tarihten ürken, kendine anlatılmış olan tarihe inanmakta ise zorluk çeken bu toplumun gidebileceği iki yön vardı: Gerçek anlamıyla artık tarih okumak ve ister istemez Atatürkçü ideolojinin dışına düşmek; ya da tarih niyetine yazılmış 'çılgın Türk' kurmacalarıyla iman tazelemek...
Türkiye son dönemde bu iki eğilimi de yaşıyor. Bir yanda popüler anlatının ilettiği gurur cümleleri ile avunup rahatlayan geniş kitleler; diğer yanda nihayet kendi geçmişiyle yüz yüze gelmenin tedirginliğini, namuslu bir tavrın verdiği özgüvenle dengeleyen her kesimden 'bireyler'. Resmî ideoloji taraftarları, yani Atatürkçüler ise apaçık düzeysiz bir popülizmle, başa çıkamadıkları demokrat tutum arasında ezilmiş durumdalar. 'Aydın' kategorisi içinde bulunanlar 'çılgın Türk' furyasının parçası olmayı kendilerine yediremiyorlar belki, ama gerçek bir yüzleşmeye de cesaretleri yok. Dolayısıyla kendilerine bakarken de gerçeği değil, kurmacayı hedef alıyorlar. Diğer bir deyişle Atatürkçülüğü yeniden bir kurmaca olarak üretmekten başka yol bulamıyorlar...
Ekim ayının ilk haftasında Türkan Saylan'ın Radikal gazetesinde yayımlanan "Kışlalı'dan demokratik toplumcu çağrı" adlı makalesi bu hüzünlü durumun itirafı gibiydi. Giriş kısmında öğrendiğimize göre Atatürkçülük "liberalizmin ve sosyalizmin tarihsel koşullar içinde oluşan (bir) sentezi, 2000'li yıllara damgasını vuracak olan ideoloji" imiş. Böylece Atatürkçülüğün modernizme tutunmuş, ona bel bağlamış bir yaklaşım olduğu söylenmiş oluyor. Saylan, 20. yüzyılla birlikte modernliğin vatandaşlık, kimlik ve ahlak alanında yaşamış olduğu yenilginin belki de farkında olmadığı için, Atatürkçülüğü devam edeceğini umduğu modernist tasavvurun içine yerleştiriyor. Ne yazık ki bu bakış, Atatürkçülüğün Türkiye'nin geleceğine ilişkin hiçbir taşıyıcı işlev yapamayacağının da işareti...
Ancak asıl ilginç önermeler Ahmet Taner Kışlalı'nın ağzından sunulan 6 okun açılımıyla ortaya çıkıyor. Buna göre milliyetçilik "ırk ya da din değil, 1000 yılda oluşmuş bir kültür ortaklığı üzerinde yükselir, etnik 'alt kimlikleri', yurttaşlık bağıyla oluşan ulusal 'üst kimliğin' doğal parçası sayar. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin, ulusun eşit haklara sahip bireyleri olduğu ilkesine dayanır." Herhalde Saylan, Türk Tarih Kurumu ve Güneş Dil Teorisi ile nasıl etnik bir Türklüğün vatandaşlığın temeli haline getirildiğini, Kürtlerin yıllarca 'yok' sayıldığını hatırlamıyor. Ama Yargıtay'ın gayrimüslimleri 'yabancı' sayan kararlarını veya devletin son yıllarda içindekilerin etnik kimliğinden ötürü boşalttığı yüzlerce köyü belki anımsar. Kışlalı'dan yapılan alıntı herhangi bir milliyetçiliğin en masum haliyle kuramsal olarak tanımlanmasından ibaret. Ama gerçek hayat aynı yönde gitmediği gibi, Atatürkçülerin de bu uygulamalara itiraz ettiklerine pek şahit olmadık...
Kışlalı'ya göre "devletçilik özel girişimi 'esas' kabul eder, ama toplumun genel yararının gerektirdiği her noktada devleti görevli sayar"mış. Saylan herhalde bu devletçiliğin ekonomi alanındaki yansıma ile sınırlı olmadığını biliyordur. Çünkü 'toplumun genel yararının gerektirdiği her noktada devletin görevli olması' hali, esas siyasi alanda geçerlidir ve bu anlayış askerin sivillere tahakkümünü, toplumun gündemindeki en önemli kararların kapalı kapılar ardında bürokrasi tarafından alınmasını mümkün kılmaktadır. Diğer bir deyişle Atatürkçülüğün ima ettiği devletçilik, devlet adına konuşan ve davranan bir kurumsal yapının toplumun üzerinde konumlanmasından başka bir şey değildir. Kışlalı kendisini naif bir pozisyon içinden sunabilir ama bunca yaşanmışlıktan sonra Saylan'ın da aynı naifliğe bel bağlaması, sıkışmışlığı ortaya koymaktadır.
"Halkçılık, emeği yüce değer sayar. Toplumsal ayrıcalıklara ve bir seçkin-halk ikilemine karşıdır. Sosyal adaleti öngörür" şeklindeki tanım üzerinde herhalde fazla durmaya gerek yok. Türkiye'nin tek parti yönetimini, Varlık Vergisi'ni, vakıf mallarının nasıl yönetildiğini ve genelde yaşanan ayrımcılığı ve yoksullaşmayı düşündüğümüzde, Kışlalı'nın bu popülizan ve hamasi tanımını ancak acı bir gülümsemeyle karşılayabilirsiniz. Saylan'ın sanki hayalî bir ülkeyi ifade edermiş gibi sunulan bu tanımla tatmin olmasını ve gerçek dünyayla ilişkisiz olan bu değerlendirmeyi anlamlı bir içeriğe sahipmiş gibi zikretmesini ise anlamak o denli kolay olmayabilir...
Kışlalı'nın önermesiyle "devrimcilik değişen koşullara en çağdaş, en ileri çözümler üretmeyi gerektirir. Getirilmiş olan en ileri çözümlerin bile, zaman içinde değişen koşulların gerisinde kalarak eskiyebileceği bilincinden kaynaklanır"mış. Bu cümlede kullanılan 'çağdaş' ve 'ileri' sözcükleri muhtemelen birçok okuyucuyu gülümsetmiştir. Pozitivizmin bu en kaba aletlerinin 21. yüzyıl Türkiye'sinde hâlâ geçerli olmasını isteyen, 'en ileri'nin ideolojik olarak elimizin altında olduğunu sanan, dolayısıyla da bu 'en ileri'yi uygularken topluma muhtaç olmayan söz konusu yaklaşımın asıl adının 'elitizm' olduğunu biliyoruz. Saylan belki hâlâ farkında değildir, ama toplumun bunca yıl yaşamış olduğu deneyim 'devletçilik' denen şeyin gerçekte elitin ve elitizmin meşruiyet arayışından ibaret olduğunu sürekli olarak kanıtlamayı sürdürüyor.
Dini ve dindarı potansiyel tehlike gören anlayış
Bir diğer ok olan "cumhuriyetçilik (ise) katılımcı, sivil toplumcu bir demokrasi demek"miş. Tarih bilmeyenlere tabii ki sözümüz olamaz... Çünkü onlar yaşandığı biçimiyle cumhuriyetçiliğin merkezden atama rejimini ifade ettiğini, tek parti bürokrasisi ile yerel bürokrasinin nasıl bire bir çakıştığını veya örneğin Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında kadın partisinin niçin kapatıldığını, özgür kadın hareketinin niçin engellendiğini pek bilemeyebilirler. Ama kendini ideolojik olarak aldatma niyetinde olmayan herkes, herhalde bizde var olan anlayışın katılımcılık ve sivil toplumculuğun zerresini dahi içermediğini, dahası bu tür katılımcılıktan hoşlanmadığını, 'devlet' yetkililerinin yaptığı konuşmalardan açıkça anlamakta zorluk çekmeyecektir.
Nihayet Kışlalı'ya göre "laiklik ise, bir anlamda tüm diğer ilkelerin önkoşulu" olarak, "inançlara saygılı, ama dinin siyasal ya da kişisel çıkarlara alet edilmesine karşı" imiş. Cumhuriyet dönemini Anadolu yerelinde yaşamış olanlara 'inançlara saygılı' laikliğin ne menem bir şey olduğunu hatırlatmaya herhalde gerek yok. Ama yukarıdaki tanımın en iyi niyetli yorumla bile ne denli aksadığını vurgulamakta yarar var. Çünkü bu, dini ve dindarı potansiyel tehlike addederek tedbir alan bir bakış. Diğer bir deyişle özü itibarıyla otoriter zihniyeti yansıtmakta. Öte yandan devletin farklı inançlar arasında eşit mesafede durmasına ilişkin hiçbir kaygıya sahip değil. Yani devlet 'laik' adını verdiği bir düzen uğruna 'laiklik' adını verdiği bir baskı siyasetini istediği gibi kullanma özgürlüğüne sahip. Saylan'ın bu durumdan rahatsız olup olmadığını bilemiyoruz, ama Atatürkçülük adına söylenebilecek laiklik tanımı buysa, Türkiye toplumuna olumlu bir mesaj verilmediğini idrak etmekte de yarar var.
Sonuçta ele aldığımız söz konusu makale bize ne göstermiş oluyor? En azından bazı Atatürkçülerin gerçek dünyaya, gerçekten yaşanmış olana ve dolayısıyla kendi gerçek hallerine nesnel bir biçimde bakma cesaretine, alışkanlığına ve zihnî formasyona sahip olmadıklarını anlıyoruz. Onun yerine bu Atatürkçüler kuramsal ve hayalî tanımlara dayanarak, gerçeğin da aynen o şekilde yaşanmış olduğunu varsayıyorlar. Tarihten ürktükleri ölçüde, hayallerindeki ideolojik kurmacayı 'tarihselleştiriyorlar'. Karşımızda ütopik bir Atatürkçülük var... Saylan'a bakılırsa Kışlalı'nın yukarıda zikredilen önermeleri "bilimsel ve akılcı" imiş. Yaşananlarla kıyaslandığında Kışlalı'nın tanımları gerçekten de bir miktar akılcı olabilirdi, ama ne yazık ki Atatürkçülük sonuçta 'idealize edilen' değil, yaşanan ideolojinin adı... Bu açıdan Kışlalı'nın önermeleri de tamamen bilim dışı, çünkü gerçeklikten kopuk...
Olması gereken üzerinden bir gerçekliğin üretilme çabası her ideolojinin düştüğü bir tuzaktır. Ancak Atatürkçülük bunu öyle bir noktaya çekmiş durumda ki, ortaya sadece büyük bir ideolojik boşluk çıkıyor. Bu boşluğun içini kurmaca ideoloji, kurmaca tarih ve kurmaca kimlikle doldurmaya çalışıyoruz. O nedenle de ideolojimizi sorgulamak, kimliğimizle yüzleşmek ve tabii ki tarih okumak pek işimize gelmiyor... Böylece elimizde 'çılgın' bir Türk, onu besleyen bir 'tarih' ve tüm bunlara uygun bir ideoloji, gelecek karşısında öylece apışıp kalakalıyoruz...
Zaman
Modernliğin getirdiği yeniliklerden biri bireyi öne çıkarması, herkesin kendi farklılığını yaşama ve kamusal alana çıkarma hakkını meşru kılmasıydı. Böylece hem dünyanın hem de algılamalarımızın göreceliliği tartışılmaz bir gerçeklik olarak zihnimizde yerini aldı.
Söz konusu görecelilik bir yandan bugünü çeşitlendirirken, geçmişe ve geleceğe ilişkin de yepyeni uzantılar yarattı. Geleceğin nasıl olması gerektiği artık biz 'bireylerin' arzusuna bağlıydı. Dolayısıyla toplumsal kararların bireyleri kuşatan bir biçim alması gerekiyordu. Liberal demokrasinin meşruiyet zemini buradadır... Diğer taraftan geçmişin de farklı bireyler açısından farklı algılanmasından daha doğal bir şey olamazdı. Böylece tarihin kendisi de göreceli hale geldi. Modern dünya esas olarak gelecekle ilgili tasavvur üzerinden kurulduğu ölçüde, tarihi bir miktar profesyonelleştirdi ve araçsallaştırdı; ancak gene de tarihin bütün o karmaşıklığıyla, hatta bizzat o karmaşıklığı sayesinde öğretici olduğu fikri özellikle Batı dünyasında yerleşti. Bugün Avrupa'nın lise eğitiminde okunan tarih disiplini ile bizler üniversitede bile karşılaşmıyoruz...
Türkiye'nin gerçek anlamıyla tarihten, yani somut yaşanmışlıkların nedenlerinin anlaşılmaya çalışılmasından hazzetmemesinin nedenleri bir sır değil. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş açık bir süreklilik ima etmesine karşın, bunu bir 'kopuş' olarak resmetmek isteyen bir bakışın varlığı, nedenlerden biri. Dahası yeni yönetimin meşruiyeti yepyeni bir kimliği öne çıkardığı ölçüde, bu kimliğin içi zorunlu olarak tarih dışı bir ideolojik malzeme ile dolduruldu. Dolayısıyla Türkiye toplumu sanki tarihsel sürecin doğal uzantısı olarak değil de, bir anda zamanın ortasına düşmüş ama kadim geçmişle apaçık bağlantı içinde olan bir 'yeniden doğuş' olarak algılandı. Böylece tarih dışı bir kadim geçmişle yine tarih dışı bir 'yeniden doğuş' fikriyatı bir araya geldi ve tabii, olan gerçekten yaşanmış geçmişe oldu... Bu geçmişi unutmakla kalmadık, onu unutmanın meşru olduğuna kendimizi inandırdık.
Ne var ki modern dünya tarihsiz olmuyor... 'Millet' yaratmanın, 'ulus-devlet' kurmanın yolu tarihsel rasyonalizasyondan geçiyor. Yani bu adımların gerekçesini bir biçimde tarihte bulmanız lazım. Dolayısıyla Türkiye'nin de bir 'tarihe' ihtiyacı vardı ama bunun gerçek anlamıyla, örneğin İttihat Terakki'yi ve Teşkilat-ı Mahsusa'yı kapsayan bir tarih olması istenmiyordu çünkü İmparatorluk'tan Cumhuriyet'e olan süreklilik tam da bu örgütlenmeler üzerinden gerçekleşmişti. Ama eğer en yakın tarihi yok sayıyorsanız, onun hemen öncesini anlamanız ve anlatmanızın da bir anlamı olmaz. Tarihi bir yere kadar okuyup, sonrasında bir bölümü tümüyle atladığınızda, zihninizde olmaması gereken sorular belirebilir... Bu sıkışma Cumhuriyet'in tek parti yönetimini yepyeni bir tarih yaratmaya sevk etti. Yaşanmamış ama yaşanmışmış gibi yapılan bir tarih... Olmayan ama bize göre olması gereken bir tarih. Bunun anlamı geçmişin bugünün sorunları üzerinden bir kurmaca olarak yaratılmasıdır. Nasıl bir geçmişe ihtiyaç olduğu düşünülüyorsa, onun devlet eliyle üretilip eğitim yoluyla topluma servis edilmesidir. Türkiye bu yöntemi o denli benimsedi ve içselleştirdi ki, tarihin her yerde böyle yazıldığına dair bir algılama oluştu. Diğer bir deyişle tarih, her ulus-devletin ve her 'milletin' kendi isteğine ve bakışına göre yazabileceği, meşruiyet sıkıntısı olmayan bir metin olarak görülmeye başlandı. Böylece modern dünyanın bireyler üzerinden tanımladığı görecelilik, bizde 'milletlerin' göreceliliğine dönüştü. Sonuçta Türkiye modern tasavvurun ayrılmaz parçası olan otoriterlik eğilimini kendisine şiar edinerek, bireyselliği öldürme pahasına toplumu 'millet' mantığı üzerinden şekillendirmeye çalıştı.
Modernizme tutunan 'Resmî ideoloji'
Tarihin bir 'milli kurmaca' olarak tanımlanması, gerçek kurmacaların da tarihsel anlamı olduğunu ima etmekteydi. Nitekim edebi romanların ve sinema filmlerinin anlattığı kurmaca hikâyelere 'tarihsel olarak yanlış' savıyla karşı çıkıldı. Türkiye'nin insanları edebiyat ve sanat gibi kurmacanın esas alanlarını bir tür 'yaşanmış gerçeklik' olarak algıladılar; çünkü devlet 'yaşanmış gerçekliği' tam bir kurmaca gibi üretmekteydi... Öte yandan bu zihinsel karmaşa popüler düzlemde var olan büyük gerçeklik açlığını kapatmak bir yana, daha da azdırdı. Çünkü böylesine göreceli bir 'geçmiş' karşısında insanın içine sinen bir kimlik üretmek mümkün değildi. Dolayısıyla Türkiye toplumu son yıllarda giderek kendi temellerinden kuşkulanan, ancak bunu yüksek sesle dillendirmekten çekinen, onun yerine kendisini tatmin edecek 'deliller' peşinde koşan bir halk haline geldi. Yaşanmış bir gerçeklik olarak tarihten ürken, kendine anlatılmış olan tarihe inanmakta ise zorluk çeken bu toplumun gidebileceği iki yön vardı: Gerçek anlamıyla artık tarih okumak ve ister istemez Atatürkçü ideolojinin dışına düşmek; ya da tarih niyetine yazılmış 'çılgın Türk' kurmacalarıyla iman tazelemek...
Türkiye son dönemde bu iki eğilimi de yaşıyor. Bir yanda popüler anlatının ilettiği gurur cümleleri ile avunup rahatlayan geniş kitleler; diğer yanda nihayet kendi geçmişiyle yüz yüze gelmenin tedirginliğini, namuslu bir tavrın verdiği özgüvenle dengeleyen her kesimden 'bireyler'. Resmî ideoloji taraftarları, yani Atatürkçüler ise apaçık düzeysiz bir popülizmle, başa çıkamadıkları demokrat tutum arasında ezilmiş durumdalar. 'Aydın' kategorisi içinde bulunanlar 'çılgın Türk' furyasının parçası olmayı kendilerine yediremiyorlar belki, ama gerçek bir yüzleşmeye de cesaretleri yok. Dolayısıyla kendilerine bakarken de gerçeği değil, kurmacayı hedef alıyorlar. Diğer bir deyişle Atatürkçülüğü yeniden bir kurmaca olarak üretmekten başka yol bulamıyorlar...
Ekim ayının ilk haftasında Türkan Saylan'ın Radikal gazetesinde yayımlanan "Kışlalı'dan demokratik toplumcu çağrı" adlı makalesi bu hüzünlü durumun itirafı gibiydi. Giriş kısmında öğrendiğimize göre Atatürkçülük "liberalizmin ve sosyalizmin tarihsel koşullar içinde oluşan (bir) sentezi, 2000'li yıllara damgasını vuracak olan ideoloji" imiş. Böylece Atatürkçülüğün modernizme tutunmuş, ona bel bağlamış bir yaklaşım olduğu söylenmiş oluyor. Saylan, 20. yüzyılla birlikte modernliğin vatandaşlık, kimlik ve ahlak alanında yaşamış olduğu yenilginin belki de farkında olmadığı için, Atatürkçülüğü devam edeceğini umduğu modernist tasavvurun içine yerleştiriyor. Ne yazık ki bu bakış, Atatürkçülüğün Türkiye'nin geleceğine ilişkin hiçbir taşıyıcı işlev yapamayacağının da işareti...
Ancak asıl ilginç önermeler Ahmet Taner Kışlalı'nın ağzından sunulan 6 okun açılımıyla ortaya çıkıyor. Buna göre milliyetçilik "ırk ya da din değil, 1000 yılda oluşmuş bir kültür ortaklığı üzerinde yükselir, etnik 'alt kimlikleri', yurttaşlık bağıyla oluşan ulusal 'üst kimliğin' doğal parçası sayar. Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin, ulusun eşit haklara sahip bireyleri olduğu ilkesine dayanır." Herhalde Saylan, Türk Tarih Kurumu ve Güneş Dil Teorisi ile nasıl etnik bir Türklüğün vatandaşlığın temeli haline getirildiğini, Kürtlerin yıllarca 'yok' sayıldığını hatırlamıyor. Ama Yargıtay'ın gayrimüslimleri 'yabancı' sayan kararlarını veya devletin son yıllarda içindekilerin etnik kimliğinden ötürü boşalttığı yüzlerce köyü belki anımsar. Kışlalı'dan yapılan alıntı herhangi bir milliyetçiliğin en masum haliyle kuramsal olarak tanımlanmasından ibaret. Ama gerçek hayat aynı yönde gitmediği gibi, Atatürkçülerin de bu uygulamalara itiraz ettiklerine pek şahit olmadık...
Kışlalı'ya göre "devletçilik özel girişimi 'esas' kabul eder, ama toplumun genel yararının gerektirdiği her noktada devleti görevli sayar"mış. Saylan herhalde bu devletçiliğin ekonomi alanındaki yansıma ile sınırlı olmadığını biliyordur. Çünkü 'toplumun genel yararının gerektirdiği her noktada devletin görevli olması' hali, esas siyasi alanda geçerlidir ve bu anlayış askerin sivillere tahakkümünü, toplumun gündemindeki en önemli kararların kapalı kapılar ardında bürokrasi tarafından alınmasını mümkün kılmaktadır. Diğer bir deyişle Atatürkçülüğün ima ettiği devletçilik, devlet adına konuşan ve davranan bir kurumsal yapının toplumun üzerinde konumlanmasından başka bir şey değildir. Kışlalı kendisini naif bir pozisyon içinden sunabilir ama bunca yaşanmışlıktan sonra Saylan'ın da aynı naifliğe bel bağlaması, sıkışmışlığı ortaya koymaktadır.
"Halkçılık, emeği yüce değer sayar. Toplumsal ayrıcalıklara ve bir seçkin-halk ikilemine karşıdır. Sosyal adaleti öngörür" şeklindeki tanım üzerinde herhalde fazla durmaya gerek yok. Türkiye'nin tek parti yönetimini, Varlık Vergisi'ni, vakıf mallarının nasıl yönetildiğini ve genelde yaşanan ayrımcılığı ve yoksullaşmayı düşündüğümüzde, Kışlalı'nın bu popülizan ve hamasi tanımını ancak acı bir gülümsemeyle karşılayabilirsiniz. Saylan'ın sanki hayalî bir ülkeyi ifade edermiş gibi sunulan bu tanımla tatmin olmasını ve gerçek dünyayla ilişkisiz olan bu değerlendirmeyi anlamlı bir içeriğe sahipmiş gibi zikretmesini ise anlamak o denli kolay olmayabilir...
Kışlalı'nın önermesiyle "devrimcilik değişen koşullara en çağdaş, en ileri çözümler üretmeyi gerektirir. Getirilmiş olan en ileri çözümlerin bile, zaman içinde değişen koşulların gerisinde kalarak eskiyebileceği bilincinden kaynaklanır"mış. Bu cümlede kullanılan 'çağdaş' ve 'ileri' sözcükleri muhtemelen birçok okuyucuyu gülümsetmiştir. Pozitivizmin bu en kaba aletlerinin 21. yüzyıl Türkiye'sinde hâlâ geçerli olmasını isteyen, 'en ileri'nin ideolojik olarak elimizin altında olduğunu sanan, dolayısıyla da bu 'en ileri'yi uygularken topluma muhtaç olmayan söz konusu yaklaşımın asıl adının 'elitizm' olduğunu biliyoruz. Saylan belki hâlâ farkında değildir, ama toplumun bunca yıl yaşamış olduğu deneyim 'devletçilik' denen şeyin gerçekte elitin ve elitizmin meşruiyet arayışından ibaret olduğunu sürekli olarak kanıtlamayı sürdürüyor.
Dini ve dindarı potansiyel tehlike gören anlayış
Bir diğer ok olan "cumhuriyetçilik (ise) katılımcı, sivil toplumcu bir demokrasi demek"miş. Tarih bilmeyenlere tabii ki sözümüz olamaz... Çünkü onlar yaşandığı biçimiyle cumhuriyetçiliğin merkezden atama rejimini ifade ettiğini, tek parti bürokrasisi ile yerel bürokrasinin nasıl bire bir çakıştığını veya örneğin Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında kadın partisinin niçin kapatıldığını, özgür kadın hareketinin niçin engellendiğini pek bilemeyebilirler. Ama kendini ideolojik olarak aldatma niyetinde olmayan herkes, herhalde bizde var olan anlayışın katılımcılık ve sivil toplumculuğun zerresini dahi içermediğini, dahası bu tür katılımcılıktan hoşlanmadığını, 'devlet' yetkililerinin yaptığı konuşmalardan açıkça anlamakta zorluk çekmeyecektir.
Nihayet Kışlalı'ya göre "laiklik ise, bir anlamda tüm diğer ilkelerin önkoşulu" olarak, "inançlara saygılı, ama dinin siyasal ya da kişisel çıkarlara alet edilmesine karşı" imiş. Cumhuriyet dönemini Anadolu yerelinde yaşamış olanlara 'inançlara saygılı' laikliğin ne menem bir şey olduğunu hatırlatmaya herhalde gerek yok. Ama yukarıdaki tanımın en iyi niyetli yorumla bile ne denli aksadığını vurgulamakta yarar var. Çünkü bu, dini ve dindarı potansiyel tehlike addederek tedbir alan bir bakış. Diğer bir deyişle özü itibarıyla otoriter zihniyeti yansıtmakta. Öte yandan devletin farklı inançlar arasında eşit mesafede durmasına ilişkin hiçbir kaygıya sahip değil. Yani devlet 'laik' adını verdiği bir düzen uğruna 'laiklik' adını verdiği bir baskı siyasetini istediği gibi kullanma özgürlüğüne sahip. Saylan'ın bu durumdan rahatsız olup olmadığını bilemiyoruz, ama Atatürkçülük adına söylenebilecek laiklik tanımı buysa, Türkiye toplumuna olumlu bir mesaj verilmediğini idrak etmekte de yarar var.
Sonuçta ele aldığımız söz konusu makale bize ne göstermiş oluyor? En azından bazı Atatürkçülerin gerçek dünyaya, gerçekten yaşanmış olana ve dolayısıyla kendi gerçek hallerine nesnel bir biçimde bakma cesaretine, alışkanlığına ve zihnî formasyona sahip olmadıklarını anlıyoruz. Onun yerine bu Atatürkçüler kuramsal ve hayalî tanımlara dayanarak, gerçeğin da aynen o şekilde yaşanmış olduğunu varsayıyorlar. Tarihten ürktükleri ölçüde, hayallerindeki ideolojik kurmacayı 'tarihselleştiriyorlar'. Karşımızda ütopik bir Atatürkçülük var... Saylan'a bakılırsa Kışlalı'nın yukarıda zikredilen önermeleri "bilimsel ve akılcı" imiş. Yaşananlarla kıyaslandığında Kışlalı'nın tanımları gerçekten de bir miktar akılcı olabilirdi, ama ne yazık ki Atatürkçülük sonuçta 'idealize edilen' değil, yaşanan ideolojinin adı... Bu açıdan Kışlalı'nın önermeleri de tamamen bilim dışı, çünkü gerçeklikten kopuk...
Olması gereken üzerinden bir gerçekliğin üretilme çabası her ideolojinin düştüğü bir tuzaktır. Ancak Atatürkçülük bunu öyle bir noktaya çekmiş durumda ki, ortaya sadece büyük bir ideolojik boşluk çıkıyor. Bu boşluğun içini kurmaca ideoloji, kurmaca tarih ve kurmaca kimlikle doldurmaya çalışıyoruz. O nedenle de ideolojimizi sorgulamak, kimliğimizle yüzleşmek ve tabii ki tarih okumak pek işimize gelmiyor... Böylece elimizde 'çılgın' bir Türk, onu besleyen bir 'tarih' ve tüm bunlara uygun bir ideoloji, gelecek karşısında öylece apışıp kalakalıyoruz...
Zaman
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.