Saray ve iktidar kavgaları alabildiğine devam ediyor. Örneğin YÖK Başkanı’nın görev süresinin bitmesine günler kala, bir gazete aylar öncesinin bir kamuoyu araştırmasını piyasaya sürüp, “ülkede örtülü sayısı artıyor” çığlıkları atıyor. Aslında demek istiyor ki, “üniversitede örtü yasağı kalkarsa, bu kapanmayı artırır, şeriat gelir, vs...” Evet, kimi konularda bugün olup bitenin sadece niteliği farklı... Malatya davasından çıkan pis kokulara bakın, ne demek istediğimizi daha iyi anlarsınız.
21.yüzyılı, 21. yüzyılın dinamiklerini dilimizden hiç düşürmesek de “80’li, 90’lı yılların iklimi” zaman saman semalarımızda tekrar beliriyor.
Suikastlar, terör, askerî hamleler, arada bir tekrar ortaya çıkan “iç tehdit ideolojisi”, “etik-siyaset-estetik”te alan daralmasıyla artan bir yüzeysellik...
Tüm bunlar aslında dünden bugüne değişmeyen sorunlar olarak karşımızda.
Neden?
Çünkü bu sorunlar “devlet, siyaset ve toplum alanlarında yaşanan krizler”in, “devlet-siyaset ve toplum arasındaki tıkanıklıklar”ın türevleri...
“Krizler”in, “değişmez”ler hâline dönüşmesinin ifadeleri...
“Değişmez”ler, aslında “değişim”le ilişkilidir.
“Değişim dalgalarının” karşılıksız kalmasıyla doğar ve azarlar. Bizde de öyle olmuştur ve Türkiye’nin kimi sorunları açısından olduğu yerde sayıp durmasının ana nedeni de budur.
Ülkenin karşılaştığı büyük değişim dalgasının ilk emareleri 10 yıl önce ortaya çıkmıştı. Bireyin kendisini tanımlamasında, toplumsal tasavvurlarda, kültürel hareketlerde, hatta ekonomik politikalarda; bireyin kimliğe uzanışıyla, “gelecek merkezli 20. yüzyıl”dan, “şimdiki zaman merkezli 21. yüzyıl”a geçişiyle ilgili bir dalgaydı bu.
Etnik, dinsel, kentsel, kültürel boyutların siyasileşmesine, sosyal taleplere dönüşmesine işaret ediyordu.
Toplum, yılların “ekonomik ve finans merkezli” politikalarına, kendi içinde ve farklı bir biçimde bölünerek başkaldırıyordu.
80’li yılların ekonomik entegrasyon politikaları ve Batı’da çeşitlenen pazar ve taleplerin yardımıyla dünün itilmişleri maddi olarak güçleniyor, bu gücünü sosyal kimliğiyle ilişkilendiriyordu.
Bu furyada toplumun tabakaları değişti, çatışmalar kültürel alana kaydı, sermaye yapısı kültürel rengi olan farklı kollar üretti.
Tüm bu gelişmeler, her yerde olduğu gibi, “toplumun mutabakatlarının tazelenmesi”ni, “merkeziyetçi siyasi yapısının elden geçirilmesi”ni, yeni taleplerin yönlendirilerek, diğer taleplerle kesiştirilmesini gerektiriyordu.
Bu yapılmadı. Tersine “değişime savaş açıldı”...
Ve karşılıksız kalan değişim taleplerinin her biri zamanla kendi yaşam alanını diğerlerinin aleyhine genişletme çabasına girişti.
Bunu yaparak “popülist ve merkeziyetçi sistem”in cihazlarını zorladılar ve zaafa uğrattılar.
Gün be gün bu zafiyetin bir yandan toplumsal kaosu ve kutuplaşmayı, diğer yandan otoriterleştirmeyi beslemesine tanık olduk.
Bu noktada hastalık kronikleşti.
Toplumsal kaos, devlete endeksli bir varoluş arayışıyla siyaset alanına sirayet etti. Siyasi çatışmalar devlet içindeki rant ve kontrol kavgasına dönüştü.
Toplumsal tartışma ve kutuplaşma bu “saray içi kavga”dan beslenmeye başladı. Ve ardından bekleneceği gibi otoriterleşmenin dozu arttı. Doz arttıkça siyaset tepeden dizayn edilmeye çalışıldı, muhalefet oyun dışı bırakıldı, hükümetler icra memuru haline getirildi.
Bugün bu kabusu bir yönüyle geride bıraktığımız söylenebilir.
Nitekim bu yöne tüm olumlu vurgularla ve tüm gücümüzle sıkça değiniyoruz. Yeni bir dönemden söz ediyoruz, demokratikleşmenin yeni aşamalarından dem vuruyoruz. Ve şu anki siyasi dengeler bu istikameti doğruluyor:
Ülkede muktedir olmaya kararlı, ılımlı ve reformcu bir hükümet var, siyasetin varlığını desteklemiş ve desteklemeye devam eden bir toplum var. Kürt sorunu gibi meselelerde adım atmaya hazır bir siyasi doku var…
Ancak bu, sadece bir yön…
Üstelik kırılgan bir yön…
Bunun yanında saray ve iktidar kavgaları alabildiğine devam ediyor.
Örneğin YÖK Başkanı’nın görev süresinin bitmesine günler kala, bir gazete aylar öncesinin bir kamuoyu araştırmasını piyasaya sürüp, “ülkede örtülü sayısı artıyor” çığlıkları atıyor. Aslında demek istiyor ki, “üniversitede örtü yasağı kalkarsa, bu kapanmayı artırır, şeriat gelir, vs”…
Bu, olmadık yerden kriz çıkarma, hükümeti kuşatma girişimleri sonuç vermiyor değil.
En azından tartışmaya yol açıyor, toplumsal ruh halini olumsuz yönde etkiliyor.
Evet, kimi konularda bugün olup bitenin sadece niteliği farklı...
Malatya davasından çıkan pis kokulara bakın, özel harekatçılarla katiller arasındaki ilişkileri izleyin, demek istediğimizi daha iyi anlarsınız.
Nitekim bugün milliyetçiliklerin beslendiği, şiddetin yaşam tarzı haline geldiği “toplumsal bataklık” olduğu yerde duruyor ve kendi kendine büyüyor.
Buna karşılık sistem değişimle kavga etmeyi, bu kavgayı kendi içine ve diğer zihinlere bulaştırarak sürdürüyor.
Aksiyon
21.yüzyılı, 21. yüzyılın dinamiklerini dilimizden hiç düşürmesek de “80’li, 90’lı yılların iklimi” zaman saman semalarımızda tekrar beliriyor.
Suikastlar, terör, askerî hamleler, arada bir tekrar ortaya çıkan “iç tehdit ideolojisi”, “etik-siyaset-estetik”te alan daralmasıyla artan bir yüzeysellik...
Tüm bunlar aslında dünden bugüne değişmeyen sorunlar olarak karşımızda.
Neden?
Çünkü bu sorunlar “devlet, siyaset ve toplum alanlarında yaşanan krizler”in, “devlet-siyaset ve toplum arasındaki tıkanıklıklar”ın türevleri...
“Krizler”in, “değişmez”ler hâline dönüşmesinin ifadeleri...
“Değişmez”ler, aslında “değişim”le ilişkilidir.
“Değişim dalgalarının” karşılıksız kalmasıyla doğar ve azarlar. Bizde de öyle olmuştur ve Türkiye’nin kimi sorunları açısından olduğu yerde sayıp durmasının ana nedeni de budur.
Ülkenin karşılaştığı büyük değişim dalgasının ilk emareleri 10 yıl önce ortaya çıkmıştı. Bireyin kendisini tanımlamasında, toplumsal tasavvurlarda, kültürel hareketlerde, hatta ekonomik politikalarda; bireyin kimliğe uzanışıyla, “gelecek merkezli 20. yüzyıl”dan, “şimdiki zaman merkezli 21. yüzyıl”a geçişiyle ilgili bir dalgaydı bu.
Etnik, dinsel, kentsel, kültürel boyutların siyasileşmesine, sosyal taleplere dönüşmesine işaret ediyordu.
Toplum, yılların “ekonomik ve finans merkezli” politikalarına, kendi içinde ve farklı bir biçimde bölünerek başkaldırıyordu.
80’li yılların ekonomik entegrasyon politikaları ve Batı’da çeşitlenen pazar ve taleplerin yardımıyla dünün itilmişleri maddi olarak güçleniyor, bu gücünü sosyal kimliğiyle ilişkilendiriyordu.
Bu furyada toplumun tabakaları değişti, çatışmalar kültürel alana kaydı, sermaye yapısı kültürel rengi olan farklı kollar üretti.
Tüm bu gelişmeler, her yerde olduğu gibi, “toplumun mutabakatlarının tazelenmesi”ni, “merkeziyetçi siyasi yapısının elden geçirilmesi”ni, yeni taleplerin yönlendirilerek, diğer taleplerle kesiştirilmesini gerektiriyordu.
Bu yapılmadı. Tersine “değişime savaş açıldı”...
Ve karşılıksız kalan değişim taleplerinin her biri zamanla kendi yaşam alanını diğerlerinin aleyhine genişletme çabasına girişti.
Bunu yaparak “popülist ve merkeziyetçi sistem”in cihazlarını zorladılar ve zaafa uğrattılar.
Gün be gün bu zafiyetin bir yandan toplumsal kaosu ve kutuplaşmayı, diğer yandan otoriterleştirmeyi beslemesine tanık olduk.
Bu noktada hastalık kronikleşti.
Toplumsal kaos, devlete endeksli bir varoluş arayışıyla siyaset alanına sirayet etti. Siyasi çatışmalar devlet içindeki rant ve kontrol kavgasına dönüştü.
Toplumsal tartışma ve kutuplaşma bu “saray içi kavga”dan beslenmeye başladı. Ve ardından bekleneceği gibi otoriterleşmenin dozu arttı. Doz arttıkça siyaset tepeden dizayn edilmeye çalışıldı, muhalefet oyun dışı bırakıldı, hükümetler icra memuru haline getirildi.
Bugün bu kabusu bir yönüyle geride bıraktığımız söylenebilir.
Nitekim bu yöne tüm olumlu vurgularla ve tüm gücümüzle sıkça değiniyoruz. Yeni bir dönemden söz ediyoruz, demokratikleşmenin yeni aşamalarından dem vuruyoruz. Ve şu anki siyasi dengeler bu istikameti doğruluyor:
Ülkede muktedir olmaya kararlı, ılımlı ve reformcu bir hükümet var, siyasetin varlığını desteklemiş ve desteklemeye devam eden bir toplum var. Kürt sorunu gibi meselelerde adım atmaya hazır bir siyasi doku var…
Ancak bu, sadece bir yön…
Üstelik kırılgan bir yön…
Bunun yanında saray ve iktidar kavgaları alabildiğine devam ediyor.
Örneğin YÖK Başkanı’nın görev süresinin bitmesine günler kala, bir gazete aylar öncesinin bir kamuoyu araştırmasını piyasaya sürüp, “ülkede örtülü sayısı artıyor” çığlıkları atıyor. Aslında demek istiyor ki, “üniversitede örtü yasağı kalkarsa, bu kapanmayı artırır, şeriat gelir, vs”…
Bu, olmadık yerden kriz çıkarma, hükümeti kuşatma girişimleri sonuç vermiyor değil.
En azından tartışmaya yol açıyor, toplumsal ruh halini olumsuz yönde etkiliyor.
Evet, kimi konularda bugün olup bitenin sadece niteliği farklı...
Malatya davasından çıkan pis kokulara bakın, özel harekatçılarla katiller arasındaki ilişkileri izleyin, demek istediğimizi daha iyi anlarsınız.
Nitekim bugün milliyetçiliklerin beslendiği, şiddetin yaşam tarzı haline geldiği “toplumsal bataklık” olduğu yerde duruyor ve kendi kendine büyüyor.
Buna karşılık sistem değişimle kavga etmeyi, bu kavgayı kendi içine ve diğer zihinlere bulaştırarak sürdürüyor.
Aksiyon
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.