Prof.Dr.Beril DEDEOĞLU
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
Irak'ın geleceğinin neredeyse tüm dünyadaki dengeleri etkileyeceği biliniyor. Bilinmeyen, Irak'ı nasıl bir geleceğin beklediği. Bir yandan Bağdat merkezî hükümetinin Irak bütününde otoritesinin sağlamlaştırılması bekleniyor, bir taraftan da bu otoriteyi destekleyen ABD'nin aynı zamanda işgalci olmasından kaynaklanan sorunlar aşılmaya çalışılıyor.
Bir taraftan istikrarlı bir Irak için ekonomik kalkınmanın şart olduğu biliniyor, öte yandan güvenliğin bulunmadığı yerde kalkınma programları yaşama geçirilemiyor. Bu türden çıkmazlarla uğraşan sadece Iraklılar değil, Irak konusuna İran ve Türkiye gibi komşu ülkeler yeterince dâhil olmuş durumdalar, üstelik ABD'nin ülkedeki varlığı Rusya ve AB gibi diğer güçlerin de dolaylı-dolaysız sorunlara bir biçimde bulaşmalarına neden oluyor. Bu durum, Irak'ta iç savaş koşullarına benzer zeminleri kaçınılmaz kılıyor.
Irak merkezî hükümetinin aldığı önlemlerden birisi, güçlü bir Irak güvenlik gücü oluşturmak. Bu çerçevede, önce ABD'nin "suni direnişçiler" olarak tanımladığı kesim ikna edilmişti. Saddam'a bağlı güçler ya da El-Kaide ile işbirliği yapan kuruluşlar olarak adlandırılan "eski rejim" taraftarlarının da katılması öngörülen bu girişimde kısmen yol alındığı söylenebilir. Ardından, bu merkezî güvenlik sistemine Kürtlerin katılımı projesine geçildiği ileri sürülebilir. Peşmergelerin de bu yapıya katılmaları konusunun kısmen yürüdüğü, en azından önemli ölçüde olumlu pazarlıkların yapıldığı söylenebilir. Ancak bu merkezi güvenlik yapılanması ya da kısaca Irak ordusunun üçüncü ayağı gayet sorunlu gözüküyor. Üçüncü ayak, Şiilerle ilgili.
Irak Şiileri ve İran faktörü
Çok kabaca Irak'taki Şiilerin iki ana eksende davrandıkları ileri sürülebilir. Bunların bir kısmı İran'a yakın, bir kısmı ise daha Irak milliyetçisi ve İran'ı bu konuda biraz rakip bile görüyorlar. Irak'ın Araplardan temizlenmesini, ABD gibi sömürgeci güçlerle işbirliği yapanların bertaraf edilmesini ve ABD'nin derhal ülkeden atılmasını savunan Şiilerin en önemli ismi ise Sadr olarak biliniyor. Sadr ailesi, İran'a gayet yakın Hekim ailesi ile rakip olarak tanımlanıyor ve bu rekabet Sadr ailesini milliyetçilik çizgisine daha fazla yaklaştırıyor. Sadr ailesinin anti-emperyalist Şii kimliği ve petrol, tüp gaz, benzin istasyonları sayesindeki yüksek gelir düzeyi, kendi örgütlenmesine izin veriyor. Bu örgütlenmenin güvenlik ayağını da Mehdi Ordusu oluşturuyor ve Mehdi Ordusu tam bir "kutsal savaş" yürüttüğüne inanan kişilerden oluşuyor. Bu ordu, merkezî hükümetin işbirlikçi ordusuna katılmayı değil, onların yerini almayı istiyor.
Bu karmaşık yapı, İrak'ın esas sorununun Kuzey Irak ya da Orta Bölge denen Bağdat çevresi olmadığını, meselenin Şii bölgesi, buradaki rakip oluşumlar ve güçlü Mehdi Ordusu'nda olduğunu gösteriyor. Bu koşullar altında Irak yönetiminin kendi başına sorunları çözmesinin de mümkün olmadığı anlaşılıyor. Şii gruplara ve Mehdi Ordusu'na yönelik en temel endişeyi ABD'nin taşıdığı ileri sürülebilir. ABD, muhtemelen bu konuda iki olasılık üzerinden hareket ediyor. Bunlardan birincisi, İran ile rekabet halinde olan ve İran'ın Irak Şiilerine karışmasına sinirlenen Şii grupları desteklemek olabilir. Ancak buradaki temel sorun, bu kişilerin ülkelerinde bir tane bile Amerikalı görmek istememeleri. İkinci yol ise, anti-Amerikancı Şii etkisini ve Mehdi Ordusu'nun direnişini kırmak için İran ve İran yanlısı Şiileri desteklemek. Bu tercihin olumsuz yanı ise, İran'ı Irak'a davet etmek anlamına gelen süreçlere işaret etmesi. ABD, bu ikinci yolu seçmiş ve İran'ı hem bu anlamda kullanacak hem de daha fazla Irak'a bulaştırmayacak pazarlık olarak da PJAK'ı saptamış denebilir. İran'ın ayrılıkçı terör örgütü olarak gördüğü PJAK, bu ülkenin PKK'sı ve genel kanıya göre de bu örgütün İran rejimini sıkıştırma ve yönlendirme işlevi bulunuyor. ABD ise, İran'ı bir bakıma Irak sorununda yardımcı oyuncu mertebesine taşımak için örgütün tasfiye edilmesine yardım ediyor. Yardımın sonuçları alınmaya başlanmış olmalı ki, PJAK liderleri birer birer ele geçirilip hapsedilmeye başlandı.
Bu noktadaki gelişmeler doğrudan Türkiye'yi ilgilendiren alana işaret ediyor. İran PJAK ile mücadele ederken Türkiye de PKK ile mücadele ediyor. İran, Şii bölgesi, Türkiye de Kürt bölgesi bakımlarından yaşamsal derecede belirleyici. Bu belirleyici konumdaki pazarlıkların ise üç ayağı var gibi. Birincisi, güvenlik konusu. İran ve Türkiye, Irak'ta etkili oldukları bölgelerdeki Bağdat yönetiminin öngördüğü güvenlik oluşumlarını bozacak işler yapmayacaklar, karşılığında da bu iki ülkenin güvenliğini bozan örgütlerin bertaraf edilmesine yardımcı olunacak. İkinci ayağı siyasal işbirliği gibi gözüküyor. Buna göre Türkiye Kürtlerle, İran da Şiilerle yapıcı diyalog zeminleri kurar diye umuluyor. Üçüncüsü ise, ekonomik boyut ve doğal olarak da listenin en başında petrol konusu bulunuyor.
İkinci ve üçüncü başlıklar konusunda İran'ın ne tür açılımlarda bulunacağını şimdiden öngörmenin imkânı bulunmasa da, bazı konuları Türkiye üzerinden yürüttüğü ileri sürülebilir. Bunlardan birinin İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırılması ve Avrupa'nın Rusya bağımlılığı ile ABD'nin Rus enerji şantajlarından bir miktar kurtulması olduğu ileri sürülebilir. Yani bu girişime esas olarak ABD'nin değil Rusya'nın kızması mümkün. Türkiye ise, yukarıdaki üç ana başlık çerçevesinde daha güvenli ve etkin bir oyuncu olarak görülüyor ve bu çerçevedeki yeni açılımlar, yeni bölgesel dengelerin bizzat habercisi olarak kabul ediliyor.
Türkiye'nin yeni açılımı
Türkiye'nin Irak ile ilgili temel kaygıları, esas olarak parçalanma ihtimalinden kaynaklanıyor. Irak'ın toprak bütünlüğü ile birlikte idari bütünlüğünü sağlayamaması halinde, iki temel endişe ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Bunlardan birisi, Şii bölgesinin geleceğiyle ilgili. Türkiye, Irak'tan kopacak Şiilerin ancak İran ile rakip bir pozisyon almaları halinde katlanılabilir olunacağı yaklaşımında. Çünkü Irak'ın petrol bölgesinin egemen gücü olan Şiilerin İran gibi bir enerji merkezi ile işbirliğine gitmesi olasılığının Türkiye'nin Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu'daki rekabet gücünü sekteye uğratacağı hesaplanabilir.
Türkiye'nin ikinci kaygısı ise Kuzey Irak ile ilgili. Kuzey Irak'ın Bağdat yönetiminden uzaklaşması ya da bağımsızlığını kazanması halinde Kerkük gibi bir "depo"yu bırakmayacakları ve Türkiye'nin sınırlarında hiç de dost olmayan bir devlet oluşacağı düşünülüyor. Kuzey Irak ile ilgili temel çelişki ise Kürtler ile PKK arasına sıkışmış kurguda. Türkiye, PKK ile mücadele çerçevesinde Kuzey Irak Kürtlerini karşısına aldığı oranda, Kuzey Irak'ın Bağdat yönetiminden uzaklaşma eğilimi artıyor. Bu eğilim arttıkça, bağımsızlık ihtimali çoğalıyor ve üstelik muhtemel Kürt devletinin Türkiye düşmanı olma olasılığı da yükseliyor. Diğer bir ifadeyle Türkiye'nin tutumu Kuzey Irak'ın daha da özerk olması ya da daha da Bağdat'a bağlı olması koşullarında belirleyici etki yaratıyor.
Türkiye'nin birinci tercihi Kuzey Irak'ın Bağdat'a bağlı kalması ve kendisine tehdit üreten uygulamalardan vazgeçilmesi; ikinci tercihi ise Bağdat'tan kopsa bile "dost" bir Kuzey Irak bulunması. Hangisi olursa olsun, Türkiye'nin ilişkilerinin çerçevesini sadece askerî yöntemlerle çizmesi, siyasal süreçleri de sadece merkezî hükümetle yürütmesinin imkânı bulunmuyor. Çünkü PKK ile mücadelenin başarısı, artık Türkiye'deki ve Irak'taki Kürtlerin de teröre başvurma yoluyla var olunamayacağına ikna olmalarından geçiyor. Bu türden bir ikna olmadığı sürece bitimsiz askerî mücadeleler sürüyor ve kazananı olmayan bir oyun ortaya çıkıyor. Bu noktadaki ikinci gereklilik, Kürt halklarının ancak vatandaşı bulundukları ülkelerin iktidarları içinde kalırlarsa "barış", istikrar ve ekonomik kalkınma olasılıklarının güçlü olacağına ikna edilmeleri. Genelde Irak'ın, özelde de Kuzey Irak'ın koşullarından hareketle Türkiye önemli bir adım atarak bir süreç başlatmayı denedi. Geçen hafta, Türkiye'den iki "danışman" Irak'ta çeşitli düzeylerdeki "yetkililerle" görüştü. Görüşmelerin yeni olan kısmı, görüşenlerin arasında Kuzey Irak bölgesi başbakanı Neçirvan Barzani'nin bulunmasıydı.
Açılımın hareket noktaları
Kuzey Irak hem bir devlet olmadığından hem de epeydir pek dostça ilişkiler bulunmadığından görüşmelerin siyasal ve diplomatik resmi kişiliklerle yapılmamış olması çok uygun. Bu durum, birileri sözünü tutmadığında taahhütlerin yerine getirilmemesini de kolaylaştırır. Görüşme konularının birinci başlığını Kuzey Irak'ın geleceği ve PKK'nın bertaraf edilmesi konusu oluşturmuş olmalı. Bu konuda Türkiye, hedefin katiyen Kürtler olmadığına, sadece PKK olduğuna karşı tarafı ikna edecek güvenceler sunmuş ve bu konuya da Irak merkezî yönetimi temsilcileri aracı olmuş olabilir. Karşılığında Türkiye, Kuzey Irak'ın PKK ile mücadeleye yardım etmesini istemiş, aksi halde katiyen kalıcı ve barışçı ilişkilerin ne Bağdat hükümetiyle ne de Kürt yönetimiyle kurulamayacağı anlatılmıştır. Bu konuda da Bağdat yönetimi araya girmiş ve K.Irak ile Türkiye ilişkisi bozuldukça Türkiye-Irak ilişkisinin gelişemeyeceği anlatılmıştır. Bu konu aynı zamanda görüşme başlıklarının ikincisine de işaret eder nitelikte. Türkiye-Irak ilişkilerinin gelişmesinden kastedilenin ekonomiye, hatta özellikle enerji alanına değdiği söylenebilir. Bilindiği gibi TPAO, Irak'ta enerji yatırımları yapacak firma ve ülkeler listesinde bulunmuyordu. Bu listeye dâhil olmak, yeni hatlara ev sahipliği yapmak yeni yatırım alanlarına açılmak, gayet tabii Türkiye'nin beklentileri arasında. Irak da bundan rahatsız olmaz, tek şartla, o da Türkiye-K.Irak ilişkilerinin Irak bütünlüğünü bozacak ölçüde gerginleşmemesi. Bu görüşmelerdeki pazarlıkların büyük ölçüde güvenlik ve petrol denklemi içinden geliştiği tahmin edilebilir. Petrol ve güvenlik sadece Türkiye ve Kuzey Irak sorunsalı olmadığından meselenin Irak yönetimini doğrudan ilgilendirdiği açık.
Bu konu da, görüşmelerin üçüncü ana başlığına işaret etmiş gözüküyor. Görüşmeler sırasında, muhtemelen 'ne olacak bu Irak'ın hali?', 'ABD İran'la ilgili neler yapıyor?' ya da 'Ne oluyor Türkiye'de, AKP kapatılacak mı?' gibi konuşmalar yapılmıştır. Bununla birlikte, esas olarak Irak'ta güvenliğin sağlanması konusunda Türkiye'nin neler yapacağı ele alınmıştır. Bu çerçevede Türkiye'nin Irak ordusunun modernizasyonunda, yenileştirilmesinde yeni ve yaşamsal roller alması söz konusu olmuş olabilir. Bu ordu içinde Kürtlerin de bulunduğundan hareketle, görüşmelerde Barzani'nin yer alması önemli bir onaya işaret edebilir.
Türkiye'nin bu açılımının garantörü, her üç taraf bakımından da ABD gibi gözükmekte. Bununla birlikte, açılımın kalıcı ilişkilere dönüşmesinin önünde bazı belirsizlikler ve riskler bulunuyor. Bunlardan birincisi PKK-K.Irak yönetimi arasındaki bağın kırılmaması. İkincisi, Türkiye'nin K.Irak operasyonunun sadece PKK'ya karşı olduğu konusundaki ikna ortamını yitirmesi olabilir. Üçüncü bir engel, tüm bu çabalara rağmen Irak'ın güneyindeki gelişmelerin, Mehdi Ordusu faaliyetlerinin yeni bir işbirliği zemini yaratmaya elverişli ortam sağlamaması olabilir. Gayet tabii, bir diğer belirsizlik de Türkiye'de bugün başlayan açılımın hangi siyasal iktidar ya da hükümetle yürüyeceğinin bilinememesinden kaynaklanıyor. AKP'nin kapatılması halinde bayrağı kimin devralacağı ve benzer girişimler sürdürüp sürdürmeyeceği bilinemeyebilir.
Tüm bunlara ek olarak, Türkiye'nin askerî, siyasal ve ekonomik açılımlarının esas başarısının Türkiye'nin içinden geçtiği söylenmeli. Kendi Kürt sorununa çözüm üretebilen, demokratik ve insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olunamadığı sürece bu görüşmelerin de askerî operasyonların da siyasal-ekonomik sonuçlarının alınması mümkün gözükmüyor.
Bir taraftan istikrarlı bir Irak için ekonomik kalkınmanın şart olduğu biliniyor, öte yandan güvenliğin bulunmadığı yerde kalkınma programları yaşama geçirilemiyor. Bu türden çıkmazlarla uğraşan sadece Iraklılar değil, Irak konusuna İran ve Türkiye gibi komşu ülkeler yeterince dâhil olmuş durumdalar, üstelik ABD'nin ülkedeki varlığı Rusya ve AB gibi diğer güçlerin de dolaylı-dolaysız sorunlara bir biçimde bulaşmalarına neden oluyor. Bu durum, Irak'ta iç savaş koşullarına benzer zeminleri kaçınılmaz kılıyor.
Irak merkezî hükümetinin aldığı önlemlerden birisi, güçlü bir Irak güvenlik gücü oluşturmak. Bu çerçevede, önce ABD'nin "suni direnişçiler" olarak tanımladığı kesim ikna edilmişti. Saddam'a bağlı güçler ya da El-Kaide ile işbirliği yapan kuruluşlar olarak adlandırılan "eski rejim" taraftarlarının da katılması öngörülen bu girişimde kısmen yol alındığı söylenebilir. Ardından, bu merkezî güvenlik sistemine Kürtlerin katılımı projesine geçildiği ileri sürülebilir. Peşmergelerin de bu yapıya katılmaları konusunun kısmen yürüdüğü, en azından önemli ölçüde olumlu pazarlıkların yapıldığı söylenebilir. Ancak bu merkezi güvenlik yapılanması ya da kısaca Irak ordusunun üçüncü ayağı gayet sorunlu gözüküyor. Üçüncü ayak, Şiilerle ilgili.
Irak Şiileri ve İran faktörü
Çok kabaca Irak'taki Şiilerin iki ana eksende davrandıkları ileri sürülebilir. Bunların bir kısmı İran'a yakın, bir kısmı ise daha Irak milliyetçisi ve İran'ı bu konuda biraz rakip bile görüyorlar. Irak'ın Araplardan temizlenmesini, ABD gibi sömürgeci güçlerle işbirliği yapanların bertaraf edilmesini ve ABD'nin derhal ülkeden atılmasını savunan Şiilerin en önemli ismi ise Sadr olarak biliniyor. Sadr ailesi, İran'a gayet yakın Hekim ailesi ile rakip olarak tanımlanıyor ve bu rekabet Sadr ailesini milliyetçilik çizgisine daha fazla yaklaştırıyor. Sadr ailesinin anti-emperyalist Şii kimliği ve petrol, tüp gaz, benzin istasyonları sayesindeki yüksek gelir düzeyi, kendi örgütlenmesine izin veriyor. Bu örgütlenmenin güvenlik ayağını da Mehdi Ordusu oluşturuyor ve Mehdi Ordusu tam bir "kutsal savaş" yürüttüğüne inanan kişilerden oluşuyor. Bu ordu, merkezî hükümetin işbirlikçi ordusuna katılmayı değil, onların yerini almayı istiyor.
Bu karmaşık yapı, İrak'ın esas sorununun Kuzey Irak ya da Orta Bölge denen Bağdat çevresi olmadığını, meselenin Şii bölgesi, buradaki rakip oluşumlar ve güçlü Mehdi Ordusu'nda olduğunu gösteriyor. Bu koşullar altında Irak yönetiminin kendi başına sorunları çözmesinin de mümkün olmadığı anlaşılıyor. Şii gruplara ve Mehdi Ordusu'na yönelik en temel endişeyi ABD'nin taşıdığı ileri sürülebilir. ABD, muhtemelen bu konuda iki olasılık üzerinden hareket ediyor. Bunlardan birincisi, İran ile rekabet halinde olan ve İran'ın Irak Şiilerine karışmasına sinirlenen Şii grupları desteklemek olabilir. Ancak buradaki temel sorun, bu kişilerin ülkelerinde bir tane bile Amerikalı görmek istememeleri. İkinci yol ise, anti-Amerikancı Şii etkisini ve Mehdi Ordusu'nun direnişini kırmak için İran ve İran yanlısı Şiileri desteklemek. Bu tercihin olumsuz yanı ise, İran'ı Irak'a davet etmek anlamına gelen süreçlere işaret etmesi. ABD, bu ikinci yolu seçmiş ve İran'ı hem bu anlamda kullanacak hem de daha fazla Irak'a bulaştırmayacak pazarlık olarak da PJAK'ı saptamış denebilir. İran'ın ayrılıkçı terör örgütü olarak gördüğü PJAK, bu ülkenin PKK'sı ve genel kanıya göre de bu örgütün İran rejimini sıkıştırma ve yönlendirme işlevi bulunuyor. ABD ise, İran'ı bir bakıma Irak sorununda yardımcı oyuncu mertebesine taşımak için örgütün tasfiye edilmesine yardım ediyor. Yardımın sonuçları alınmaya başlanmış olmalı ki, PJAK liderleri birer birer ele geçirilip hapsedilmeye başlandı.
Bu noktadaki gelişmeler doğrudan Türkiye'yi ilgilendiren alana işaret ediyor. İran PJAK ile mücadele ederken Türkiye de PKK ile mücadele ediyor. İran, Şii bölgesi, Türkiye de Kürt bölgesi bakımlarından yaşamsal derecede belirleyici. Bu belirleyici konumdaki pazarlıkların ise üç ayağı var gibi. Birincisi, güvenlik konusu. İran ve Türkiye, Irak'ta etkili oldukları bölgelerdeki Bağdat yönetiminin öngördüğü güvenlik oluşumlarını bozacak işler yapmayacaklar, karşılığında da bu iki ülkenin güvenliğini bozan örgütlerin bertaraf edilmesine yardımcı olunacak. İkinci ayağı siyasal işbirliği gibi gözüküyor. Buna göre Türkiye Kürtlerle, İran da Şiilerle yapıcı diyalog zeminleri kurar diye umuluyor. Üçüncüsü ise, ekonomik boyut ve doğal olarak da listenin en başında petrol konusu bulunuyor.
İkinci ve üçüncü başlıklar konusunda İran'ın ne tür açılımlarda bulunacağını şimdiden öngörmenin imkânı bulunmasa da, bazı konuları Türkiye üzerinden yürüttüğü ileri sürülebilir. Bunlardan birinin İran doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırılması ve Avrupa'nın Rusya bağımlılığı ile ABD'nin Rus enerji şantajlarından bir miktar kurtulması olduğu ileri sürülebilir. Yani bu girişime esas olarak ABD'nin değil Rusya'nın kızması mümkün. Türkiye ise, yukarıdaki üç ana başlık çerçevesinde daha güvenli ve etkin bir oyuncu olarak görülüyor ve bu çerçevedeki yeni açılımlar, yeni bölgesel dengelerin bizzat habercisi olarak kabul ediliyor.
Türkiye'nin yeni açılımı
Türkiye'nin Irak ile ilgili temel kaygıları, esas olarak parçalanma ihtimalinden kaynaklanıyor. Irak'ın toprak bütünlüğü ile birlikte idari bütünlüğünü sağlayamaması halinde, iki temel endişe ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Bunlardan birisi, Şii bölgesinin geleceğiyle ilgili. Türkiye, Irak'tan kopacak Şiilerin ancak İran ile rakip bir pozisyon almaları halinde katlanılabilir olunacağı yaklaşımında. Çünkü Irak'ın petrol bölgesinin egemen gücü olan Şiilerin İran gibi bir enerji merkezi ile işbirliğine gitmesi olasılığının Türkiye'nin Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu'daki rekabet gücünü sekteye uğratacağı hesaplanabilir.
Türkiye'nin ikinci kaygısı ise Kuzey Irak ile ilgili. Kuzey Irak'ın Bağdat yönetiminden uzaklaşması ya da bağımsızlığını kazanması halinde Kerkük gibi bir "depo"yu bırakmayacakları ve Türkiye'nin sınırlarında hiç de dost olmayan bir devlet oluşacağı düşünülüyor. Kuzey Irak ile ilgili temel çelişki ise Kürtler ile PKK arasına sıkışmış kurguda. Türkiye, PKK ile mücadele çerçevesinde Kuzey Irak Kürtlerini karşısına aldığı oranda, Kuzey Irak'ın Bağdat yönetiminden uzaklaşma eğilimi artıyor. Bu eğilim arttıkça, bağımsızlık ihtimali çoğalıyor ve üstelik muhtemel Kürt devletinin Türkiye düşmanı olma olasılığı da yükseliyor. Diğer bir ifadeyle Türkiye'nin tutumu Kuzey Irak'ın daha da özerk olması ya da daha da Bağdat'a bağlı olması koşullarında belirleyici etki yaratıyor.
Türkiye'nin birinci tercihi Kuzey Irak'ın Bağdat'a bağlı kalması ve kendisine tehdit üreten uygulamalardan vazgeçilmesi; ikinci tercihi ise Bağdat'tan kopsa bile "dost" bir Kuzey Irak bulunması. Hangisi olursa olsun, Türkiye'nin ilişkilerinin çerçevesini sadece askerî yöntemlerle çizmesi, siyasal süreçleri de sadece merkezî hükümetle yürütmesinin imkânı bulunmuyor. Çünkü PKK ile mücadelenin başarısı, artık Türkiye'deki ve Irak'taki Kürtlerin de teröre başvurma yoluyla var olunamayacağına ikna olmalarından geçiyor. Bu türden bir ikna olmadığı sürece bitimsiz askerî mücadeleler sürüyor ve kazananı olmayan bir oyun ortaya çıkıyor. Bu noktadaki ikinci gereklilik, Kürt halklarının ancak vatandaşı bulundukları ülkelerin iktidarları içinde kalırlarsa "barış", istikrar ve ekonomik kalkınma olasılıklarının güçlü olacağına ikna edilmeleri. Genelde Irak'ın, özelde de Kuzey Irak'ın koşullarından hareketle Türkiye önemli bir adım atarak bir süreç başlatmayı denedi. Geçen hafta, Türkiye'den iki "danışman" Irak'ta çeşitli düzeylerdeki "yetkililerle" görüştü. Görüşmelerin yeni olan kısmı, görüşenlerin arasında Kuzey Irak bölgesi başbakanı Neçirvan Barzani'nin bulunmasıydı.
Açılımın hareket noktaları
Kuzey Irak hem bir devlet olmadığından hem de epeydir pek dostça ilişkiler bulunmadığından görüşmelerin siyasal ve diplomatik resmi kişiliklerle yapılmamış olması çok uygun. Bu durum, birileri sözünü tutmadığında taahhütlerin yerine getirilmemesini de kolaylaştırır. Görüşme konularının birinci başlığını Kuzey Irak'ın geleceği ve PKK'nın bertaraf edilmesi konusu oluşturmuş olmalı. Bu konuda Türkiye, hedefin katiyen Kürtler olmadığına, sadece PKK olduğuna karşı tarafı ikna edecek güvenceler sunmuş ve bu konuya da Irak merkezî yönetimi temsilcileri aracı olmuş olabilir. Karşılığında Türkiye, Kuzey Irak'ın PKK ile mücadeleye yardım etmesini istemiş, aksi halde katiyen kalıcı ve barışçı ilişkilerin ne Bağdat hükümetiyle ne de Kürt yönetimiyle kurulamayacağı anlatılmıştır. Bu konuda da Bağdat yönetimi araya girmiş ve K.Irak ile Türkiye ilişkisi bozuldukça Türkiye-Irak ilişkisinin gelişemeyeceği anlatılmıştır. Bu konu aynı zamanda görüşme başlıklarının ikincisine de işaret eder nitelikte. Türkiye-Irak ilişkilerinin gelişmesinden kastedilenin ekonomiye, hatta özellikle enerji alanına değdiği söylenebilir. Bilindiği gibi TPAO, Irak'ta enerji yatırımları yapacak firma ve ülkeler listesinde bulunmuyordu. Bu listeye dâhil olmak, yeni hatlara ev sahipliği yapmak yeni yatırım alanlarına açılmak, gayet tabii Türkiye'nin beklentileri arasında. Irak da bundan rahatsız olmaz, tek şartla, o da Türkiye-K.Irak ilişkilerinin Irak bütünlüğünü bozacak ölçüde gerginleşmemesi. Bu görüşmelerdeki pazarlıkların büyük ölçüde güvenlik ve petrol denklemi içinden geliştiği tahmin edilebilir. Petrol ve güvenlik sadece Türkiye ve Kuzey Irak sorunsalı olmadığından meselenin Irak yönetimini doğrudan ilgilendirdiği açık.
Bu konu da, görüşmelerin üçüncü ana başlığına işaret etmiş gözüküyor. Görüşmeler sırasında, muhtemelen 'ne olacak bu Irak'ın hali?', 'ABD İran'la ilgili neler yapıyor?' ya da 'Ne oluyor Türkiye'de, AKP kapatılacak mı?' gibi konuşmalar yapılmıştır. Bununla birlikte, esas olarak Irak'ta güvenliğin sağlanması konusunda Türkiye'nin neler yapacağı ele alınmıştır. Bu çerçevede Türkiye'nin Irak ordusunun modernizasyonunda, yenileştirilmesinde yeni ve yaşamsal roller alması söz konusu olmuş olabilir. Bu ordu içinde Kürtlerin de bulunduğundan hareketle, görüşmelerde Barzani'nin yer alması önemli bir onaya işaret edebilir.
Türkiye'nin bu açılımının garantörü, her üç taraf bakımından da ABD gibi gözükmekte. Bununla birlikte, açılımın kalıcı ilişkilere dönüşmesinin önünde bazı belirsizlikler ve riskler bulunuyor. Bunlardan birincisi PKK-K.Irak yönetimi arasındaki bağın kırılmaması. İkincisi, Türkiye'nin K.Irak operasyonunun sadece PKK'ya karşı olduğu konusundaki ikna ortamını yitirmesi olabilir. Üçüncü bir engel, tüm bu çabalara rağmen Irak'ın güneyindeki gelişmelerin, Mehdi Ordusu faaliyetlerinin yeni bir işbirliği zemini yaratmaya elverişli ortam sağlamaması olabilir. Gayet tabii, bir diğer belirsizlik de Türkiye'de bugün başlayan açılımın hangi siyasal iktidar ya da hükümetle yürüyeceğinin bilinememesinden kaynaklanıyor. AKP'nin kapatılması halinde bayrağı kimin devralacağı ve benzer girişimler sürdürüp sürdürmeyeceği bilinemeyebilir.
Tüm bunlara ek olarak, Türkiye'nin askerî, siyasal ve ekonomik açılımlarının esas başarısının Türkiye'nin içinden geçtiği söylenmeli. Kendi Kürt sorununa çözüm üretebilen, demokratik ve insan haklarına saygılı bir hukuk devleti olunamadığı sürece bu görüşmelerin de askerî operasyonların da siyasal-ekonomik sonuçlarının alınması mümkün gözükmüyor.
Zaman
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.