Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’nin 7-8 Mart 2008 tarihlerinde Ankara’ya yaptığı çalışma ziyareti esnasında her iki taraf yetkilileri tarafından sıklıkla dile getirilen hususlar arasında kuşkusuz terörle mücadele konusu, Türkiye’nin öncelikli gündem maddeleri yer almaktaydı. En az bu konu kadar üzerinde durulan bir diğer başlık ise Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıydı. Bilhassa Türk tarafı, Irak’ın parçalanmamasının Türkiye’nin güvenliği ve bölgesel istikrar açısından taşıdığı önemi her fırsatta vurguladı. 1 Mayıs 2008’de ise, Türkiye’den bir heyetin Bağdat’ta, Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Yönetim’in temsilcileriyle bir araya gelmesi, bir yandan bugüne kadar, MİT müsteşarının istisnai ziyareti hariç, resmi temas kurmaktan özenle kaçınılan Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkileri tekrar gündeme taşıdı; diğer taraftan da, Irak’ın toprak bütünlüğünün gelecekte nasıl korunabileceği sorusunu bir kez daha akıllara getirdi.
Esasen Irak’ın bütünlüğü konusu ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin 2003’te gerçekleştirdikleri askerî harekâttan çok önce dünyanın ve Türkiye’nin gündemine girmişti. 1960ların sonundan itibaren zaman zaman İran ve İsrail tarafından da desteklenen Irak’taki Kürt hareketinin, 1970lerde elde ettiği sınırlı özerklikle yetinmeyeceği, İran-Irak savaşı sırasında takınılan tutumla netlik kazanmıştı. Körfez Savaşı’nın ardından 36. paralelin kuzeyinde tesis edilen “güvenli bölge”de, Huzuru Temin ve bilahare Kuzeyden Keşif operasyonlarının koruyucu şemsiyesi altında özerk yapılarını perçinleyen Iraklı Kürt siyasetçileri, Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra ABD’nin büyük katkısıyla hazırlanan yeni Irak anayasasıyla da söz konusu özerkliklerini hukuki altyapı ile tahkim etmiş oldular.
Anayasa ile Irak’ın federal bir devlet olarak tanımlanması ve “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”ne idari, ekonomik, kültürel ve güvenliğe ilişkin alanlarda çok geniş haklar tanınması, söz konusu bölgenin orta vadede Irak’tan ayrılması için çaba gösterenleri ümitlendirdi.
Yeni Irak anayasasının kabulünden başlayarak, Bölgesel Yönetim’in sergilediği tavır, birleşik değil, bölünmüş bir ülkenin tercih edildiği intibaının kuvvetlenmesine yol açtı. Bu tavrın bariz göstergeleri ulusal egemenliği temel sembolleri üzerinde yoğunlaştı. Her ne kadar, Avrupa’daki örnekleri başta olmak üzere özerk yönetimlerin kendi bayraklarını kendi bölgelerinde, mensup oldukları devletin bayrağıyla birlikte dalgalandırmaları söz konusuysa da, Irak’taki durum bu örneklerden farklı biçimde gelişti. Bölgesel Yönetim başlangıçta Irak ve kendi bayraklarını bir arada bulundururken, özellikle 2007 ortalarından itibaren Irak bayrağı giderek “görünmez” oldu.
Dahası, Bölgesel Yönetim bir “milli marş” bestelettirerek bunu, kendi yönetimi altındaki okullarda söylettirmeye başladı. Geçen yüzyılın ilk yarısında yaşamış Dildar mahlasıyla şiirler yazan Yunus Rauf’un “Ah Düşman” başlıklı şiiri ortak bir Iraklılık kimliğine değil, Kürt kimliğine yaptığı olağanüstü vurguyla sanki muhtemel bir bölünmenin erken habercisi olduğu görüntüsünü veriyor. Bölgesel Yönetimin “milli marş”ında şu dizeler yer alıyor:
“Ah Düşman / Kürt milleti kendi diliyle hayattadır. / Hiçbir zamanın silahlarıyla mağlup edilemez. / Kimsenin Kürtler öldü demesine müsaade etme. / Kürtler yaşıyor. / Kürtler yaşıyor ve bayrakları asla yere inmeyecek. (…) Bizler Medes ve Keyhüsrev’in çocuklarıyız. / Vatanımız, imanımız ve dinimizdir. / Kürtler ve Kürdistan imanımız ve dinimizdir. / Kimsenin Kürtler öldü demesine müsaade etme. / Kürtler yaşıyor. / Kürtler yaşıyor ve bayrakları asla yere inmeyecek.”
Medes ve Keyhüsrev’e yapılan gönderme, genellikle başı sıkıştığında kendisini Babil kralı Nabukadnezar’ın torunu ilan eden ve asma bahçelerinden dem vuran Saddam Hüseyinvari bir milliyetçiliği hatırlatsa da, aslında Bölgesel Yönetimin “ulus inşa” süreçlerinin sine quo non’u olan bir toprak parçasında yaşayan insanlara ortak bir tarih bilincini aşılama çabasının apaçık bir göstergesi. Bu çabaya, Kürtçe’nin sadece gündelik hayatta değil, resmi ve akademik düzeyde de yoğun biçimde kullanılması -ki federal Irak Anayasası zaten Kürtçeyi Irak’ın resmi dillerinden biri kabul ediyor- gayreti eklendiğinde “ulus inşası” yönünde başarılı adımlar atıldığını teslim etmek mümkün.
Söz konusu sembolik adımların ötesindeki bazı göstergeler de, ilerideki bir bölünmenin erken uyarıcıları hüviyetinde. Mesela, ana çatısının ABD tarafından oluşturulduğu konusunda kimsenin şüphe duymadığı Irak Anayasası’nın kuzeydeki bölgesel yönetime çok geniş özerklikler tanımış olması (Anayasa’nın 118. maddesinin 1. fıkrası aynen şöyle: “Bu anayasada federal makamın kesin görev alanı içerisine dâhil edilen konular dışında, Bölgesel Makamlar, anayasaya uygun olarak yasama, yürütme ve yargı erklerini kullanma hakkına sahiptirler.”) bilhassa Bölgesel Yönetim’in yasama organının, neredeyse Irak Meclisi’ninkine denk yetkilerle donatılması bu türden somut bir endişe kaynağı olarak göze çarpmaktadır.
Kuşkusuz, Bölgesel Yönetim’in, şimdilik ertelenen Kerkük referandumu konusundaki ısrarı, Bağdat’la istişare etmeden ve Irak makamlarının onayını almaya gerek dahi duymadan yabancı şirketlerle petrol anlaşmaları yapması, Peşmerge’nin süratli bir biçimde görünüşte Irak silahlı kuvvetlerinin bir parçasına ama aslında Bölgesel Yönetim’in “ordu”suna dönüştürülmesi; bölgede, “kalıcı” nitelikte ABD askeri üslerinin inşasının bütün hızıyla sürmesi; terörle mücadele kapsamında sınır ötesi harekât düzenleyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Bölgesel Yönetim’in sınırlarını ihlal ettikleri gerekçesiyle “kınanması”; başta Bölgesel Yönetim’in “başkanı” Mesut Barzani olmak üzere bazı önde gelen isimlerin bağımsızlık düşüncesini kontrollü olarak zaman zaman ısıtıp, zaman zaman soğutmaları vb. unsurlar, Irak’ın gelecekte bütün olarak kalabileceği ümitlerine sekte vurmaktadır.
Bu hususlar göz nünde bulundurulduğunda, Irak’ın komşuları arasında, bu ülkenin bölünmesinden en fazla endişe duyan ülke olan Türkiye’nin yakın vadede etki doğurucu bir eylem planını hayata geçirmesinin zamanı gelmiş olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. Bu eylem planı; ABD, Irak’a komşu ülkeler, Irak Yönetimi ve Bölgesel Yönetim olmak üzere dört ana unsuru, bir “omurga” etrafında işbirliğine sokacak şekilde oluşturulmalıdır. Ağırlıkları ve etki dereceleri farklı olsa da, bu dört unsurdan birinin bile, Irak’ın toprak bütünlüğü için işbirliği konusunda “gönülsüz” davranması, bölünmeyi kolaylaştıracaktır. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasının ötesinde, bölgesel güvenlik ve istikrarın temini için önemli katkı yapabilecek bu “omurga”nın, Sadabad Paktı benzeri bir bölgesel güvenlik örgütü olması temel önerimizdir.
Hatırlanacağı üzere Sadabad Paktı 1937’de Atatürk’ün uzun ve çetin diplomatik çabaları neticesinde Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında kurulmuştu. Her nedense, bazı siyasi tarihçilerin hiçbir dayanağı yokken “İtalya’nın yayılmacı amaçlarına karşı oluşturuluş bölgesel bir sistem” olarak nitelendirmeyi uygun gördükleri Pakt’ın aslında İtalya’nın faaliyetleriyle uzaktan yakından alakası yoktu. Atatürk’ün büyük bir öngörüyle şekillendirdiği Sadabad Paktı’nın temel amacı bölgesel güvenliği ve istikrarı kalıcı biçimde temin etmekten başka bir şey değildi. Nitekim Pakt’ın aşağıda yer verilen önemli maddelerine bakıldığında bu amaç açıkça ortaya çıkar:
“Madde-1: Bağıtlı taraflar birbirlerinin içişlerine karışmaktan kesinlikle kaçınacaklardır.
Madde-3: Bağıtlı taraflar ortak çıkarlarını ilgilendiren uluslararası nitelikteki her türlü uyuşmazlıklarda, birbirleriyle istişarelerde bulunacaklardır.
Madde-4: Bağıtlı taraflar birbirlerine karşı hiçbir eylemde bulunmamayı yükümlenirler.
Madde- 7: Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.”
Özelikle bu sonuncu madde, zaten birbirlerinin bağımsızlıklarına, egemenliklerine, toprak bütünlüklerine saygı göstermeyi taahhüt etmiş olan ülkelerin, içlerinden birini hedef alan yıkıcı / bölücü örgüt faaliyetlerini de engellemeyi öngördüğünden son derece önemliydi. Burada açıkça adı konulmasa bile, Türkiye-Irak-İran için giderek büyüyen bir tehdide dönüşen Kürt aşiretlerinin hareketlerinin önlenmesi hedeflenmişti.
Maalesef Sadabad Paktı İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte gündemden düştü. 70 yıldır çalıştırılmamasına ve İran İslam Devrimi’nden sonra yeni İran yönetiminin Paktı fesh ettiğini ima etmiş olmasına rağmen, hukuki bir fesih işlemi gerçekleşmediğinden Pakt’ın de jure varlığını devam ettirdiğini ifade etmek çok yanlış olmayacaktır. Bununla birlikte, geçen uzun zaman zarfında bölgede, üye ülkelerin iç siyasetlerinde meydana gelmiş olan olağanüstü değişiklikler ve bölge dışı aktörlerin bölgedeki mevcudiyetleri gibi faktörler Sadabad Paktı’nın aynı biçimde diriltilmesini tabii ki mümkün kılmamaktadır. Ama şartların değişmiş olması Sadabad Paktı’ndan alınacak ilhamla benzer bir mekanizmanın tekrar var edilebilmesine engel teşkil edemez.
Irak’a komşu ülkelerin, ABD’nin de yönlendirmesiyle 2003’teki Irak işgalinden bu yana düzenledikleri periyodik toplantılardaki başlıca gündem maddelerinden biri Irak’ın bütünlüğünün korunması ise, bir diğer önemli gündem konusu da Irak’ta üslenmiş terör örgütlerinin gerek Irak’a gerekse Irak’a komşu ülkelere dönük saldırganlıklarının önüne geçilmesidir. Her iki konu da, ancak çok taraflı ve çalışan bir işbirliği mekanizmasının kurulmasıyla sorun olmaktan çıkarılabilir.
Türkiye’nin başlatacağı bir diplomatik taarruz çerçevesinde, Atatürk döneminde oluşturulmuş, karşılıklı iyi niyet ve iyi komşuluk ilişkilerine dayalı Sadabad Paktı’nın günümüz şartlarına göre, yeni üyelerin katılımıyla yeniden kurulması, Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanmasının ve bölgesel terör faaliyetlerinin minimize edilmesinin öncelikli yoludur.
ASAM
6 Mayıs 2008 Salı
Irak’ın Toprak Bütünlüğü İçin Bir Öneri: Yeni Sadabad Paktı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.