Akif EMRE
Türkiye'nin en büyük medya kuruluşlarından birinin satışı söz konusu olduğu şu günlerde yabancı sermayenin medya sektörüne ilgisi yeniden gündeme geldi. Hatta Amerika'de ve İngiltere'de adeta tekel haline gelen Murdoch'un Sabah ve atv'nin satışıyla ilgilendiği haberleri tartışmadan uzak tutulan bir konuyu önümüze koyuyor. Küreselleşmenin adeta kutsandığı ülkemizde, pek çok stratejik yatırımların yabancı sermayeye açıldığı özelleştirme politikalarının uygulandığı ortamda medya sektörünün yabancılara açılmamasının tuhaf kaçacağını savunanların sesi hayli gür çıkıyor. Özellikle RTÜK ve hükümet çevrelerinin medyanın yabancı sermayeye tümüyle açılması konusunda çok istekli olduğu aşikar.
Türkiyede siyaset, sermaye ve medya ilişkilerinin bu denli içiçe geçtiği göz önüne alındığında medyanın küresel rekabete sokularak, toplum mühendisliğinden stratejik konulara kadar üstüne düşmeyen pek çok alanda at oynattığı bir ülkede aşırıya kaçan gücünün dengelenmesi adına ilk bakışta anlaşılır durum gibi görünebilir. Öyle ya ikide bir TÜSİAD'ın hükümet icralarından, irtica meselesine kadar her konuda adeta ültimatom verir gibi beyanatta bulunduğu bir ortamda kimin kim adına konuştuğu hatta yönlendirdiği, karıştığı bir ülkedeyiz. Memlekette demokratikleşmenin, kişi haklarının, ekonomik adaletin sağlanması yönünde çağrıda bulunan TÜSİAD gibi işveren kuruluşunun üyeleri hem de ağır toplarından bazılarının sanayici, işadamı, banka sahibi ve de medya patronu oldukları düşünüldüğünde hatların ne kadar karışık olduğu ortaya çıkar. Finans sektörünü, sanayiyi ve de medyayı aynı kişilerin kontrol ettiği bir kuruluşun demokratikleşme, çok seslilik gibi taleplerinin ne anlama geldiği üzerinde düşünülmesi gerekir.
Bırakın sanayici ile banka sahibinin tekelde toplanamayacağı, toplanmasının ne denli vahim sonuçlara yol açacağı ilkesini; görsel medyada (televizyon) faaliyet gösteren bir kişinin basılı medyada (gazete, dergi) faaliyet göstermesinin sakıncaları ortada. Bu nedenle bazı ülkeler bu alanların tekelleşmesini önüne geçecek yasal tedbirler alarak bu aşırı güç birikimini engelleyecek tedbirlere başvurmuş kendince.
Türkiye gibi siyaset-sermaye ve medyanın içiçe girdiği, özellikle siyaset üzerinde kurduğu baskıyı kısa yoldan yabancı sermayeyi bu sektöre de açarak bir tür denetim mekanizması kurmak istendiği akla geliyor. Medya daha geniş anlamda enformasyon gücünü elde tutmanın anlamını salt iç siyasi dengelerle sınırlayan bu yaklaşım son derece sığ ve küçük hesaplar üzerine kurulu siyaseti yansıtıyor.
Bu tür düşünenlere şu hususu hatırlatmakta yarar var: Dünyada iletişim (enformasyon) gücünü elde tutuyor olmak ekonomik dengesizlik ve sömürüden bağımsız değildir. Eğer küresel bir adaletsizlik ve sömürüden bahsedilecekse bunun 'enformatik sömürü'den bağımsız olmadığının altını çizmekte yarar var. Bazı ülkeler sadece stratejik silah gücüne sahip oldukları için değil aynı zamanda stratejik enformasyona (bilgi) sahip oldukları için küresel aktördürler, bizim gibi ülkelerin geleceği ile bu kadar pervasızca oynayabilirler.
Burada yerli medyanın ne kadar yerli olduğu, bu toprakların mı yoksa küresel güçlerin temsilcisi mi oldukları sorusu her zaman akılda tutulması gerekir. Yerli medya sektörüne çeki düzen veremeyip, onlarla yüzleşmeyi göze alamayınca çare olarak yabancı medya tröslerini ülkeye davet edilmesi çözüm olabilir mi?
Medya sektörünün ne derece stratejik, hayatı olduğunu hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok. En azından kültürel anlamda kokuşmuş tüketim kültürünün ve bireyselleşme adına toplumların/bireylerin bu tüketime hazır aygıtlar haline getirilmesine ortam hazırlayacak düzenlemeye başta muhafazakarlık adına oy toplayanların karşı çıkması gerekmez mi? Kontrolsüz enformasyon akışı ya da yönlendirilmiş medya siyasetleri ile dünyanın çehresinin nasıl değiş/tiril/diği, gerçeklerin alt üst edilebildiğini yeniden düşünmek için 11 Eylülden beri yaşananlara bakmak yeterli.
Burada kritik soru şu; benzer manipülasyonları, yönlendirmeleri yerli denilen sermaye yapmadı mı? Zaten sorun da burada yatıyor. Postmodern darbelere kimlerin destek verdiği, sanal muhtıralara kimlerin çanak tuttuğu göz önünde duruyor.
Bu durumda kısa vadede çözüm olarak, her fırsatta darbe çığırtkanlığı yapan sivil ama otoriter patronlaıın 'ehlilleştirilmesi'nin yolu küresel sermayeye kapıları açmak olabilir mi?
Medyayı da eline geçiren uluslar arası sermayenin çıkarlarıyla ters düşüldüğünde onu hangi sermaye ile dengeleyeceksiniz? Evdekilerle kavga edip barışmanız, mümkün ya Murdoch gibilerle ters düştüğünüzde, siz ters düşmeseniz bile onların çıkarı ülke çıkarıyla çatıştığında geri göndermeye gücünüz yetecek mi? Bu şark kurnazlığının bedeli ağır olabilir.
Liberalizm söyleminin, ekonominin kendi kuralları içinde ve insanlığın yararına olacak şekilde işleyeceği yanılsamasının barındırdığı determinizm karşısında zaten savunulması gereken bir kültür kalmamış demektir.
Türkiyede siyaset, sermaye ve medya ilişkilerinin bu denli içiçe geçtiği göz önüne alındığında medyanın küresel rekabete sokularak, toplum mühendisliğinden stratejik konulara kadar üstüne düşmeyen pek çok alanda at oynattığı bir ülkede aşırıya kaçan gücünün dengelenmesi adına ilk bakışta anlaşılır durum gibi görünebilir. Öyle ya ikide bir TÜSİAD'ın hükümet icralarından, irtica meselesine kadar her konuda adeta ültimatom verir gibi beyanatta bulunduğu bir ortamda kimin kim adına konuştuğu hatta yönlendirdiği, karıştığı bir ülkedeyiz. Memlekette demokratikleşmenin, kişi haklarının, ekonomik adaletin sağlanması yönünde çağrıda bulunan TÜSİAD gibi işveren kuruluşunun üyeleri hem de ağır toplarından bazılarının sanayici, işadamı, banka sahibi ve de medya patronu oldukları düşünüldüğünde hatların ne kadar karışık olduğu ortaya çıkar. Finans sektörünü, sanayiyi ve de medyayı aynı kişilerin kontrol ettiği bir kuruluşun demokratikleşme, çok seslilik gibi taleplerinin ne anlama geldiği üzerinde düşünülmesi gerekir.
Bırakın sanayici ile banka sahibinin tekelde toplanamayacağı, toplanmasının ne denli vahim sonuçlara yol açacağı ilkesini; görsel medyada (televizyon) faaliyet gösteren bir kişinin basılı medyada (gazete, dergi) faaliyet göstermesinin sakıncaları ortada. Bu nedenle bazı ülkeler bu alanların tekelleşmesini önüne geçecek yasal tedbirler alarak bu aşırı güç birikimini engelleyecek tedbirlere başvurmuş kendince.
Türkiye gibi siyaset-sermaye ve medyanın içiçe girdiği, özellikle siyaset üzerinde kurduğu baskıyı kısa yoldan yabancı sermayeyi bu sektöre de açarak bir tür denetim mekanizması kurmak istendiği akla geliyor. Medya daha geniş anlamda enformasyon gücünü elde tutmanın anlamını salt iç siyasi dengelerle sınırlayan bu yaklaşım son derece sığ ve küçük hesaplar üzerine kurulu siyaseti yansıtıyor.
Bu tür düşünenlere şu hususu hatırlatmakta yarar var: Dünyada iletişim (enformasyon) gücünü elde tutuyor olmak ekonomik dengesizlik ve sömürüden bağımsız değildir. Eğer küresel bir adaletsizlik ve sömürüden bahsedilecekse bunun 'enformatik sömürü'den bağımsız olmadığının altını çizmekte yarar var. Bazı ülkeler sadece stratejik silah gücüne sahip oldukları için değil aynı zamanda stratejik enformasyona (bilgi) sahip oldukları için küresel aktördürler, bizim gibi ülkelerin geleceği ile bu kadar pervasızca oynayabilirler.
Burada yerli medyanın ne kadar yerli olduğu, bu toprakların mı yoksa küresel güçlerin temsilcisi mi oldukları sorusu her zaman akılda tutulması gerekir. Yerli medya sektörüne çeki düzen veremeyip, onlarla yüzleşmeyi göze alamayınca çare olarak yabancı medya tröslerini ülkeye davet edilmesi çözüm olabilir mi?
Medya sektörünün ne derece stratejik, hayatı olduğunu hakkında uzun uzun yazmaya gerek yok. En azından kültürel anlamda kokuşmuş tüketim kültürünün ve bireyselleşme adına toplumların/bireylerin bu tüketime hazır aygıtlar haline getirilmesine ortam hazırlayacak düzenlemeye başta muhafazakarlık adına oy toplayanların karşı çıkması gerekmez mi? Kontrolsüz enformasyon akışı ya da yönlendirilmiş medya siyasetleri ile dünyanın çehresinin nasıl değiş/tiril/diği, gerçeklerin alt üst edilebildiğini yeniden düşünmek için 11 Eylülden beri yaşananlara bakmak yeterli.
Burada kritik soru şu; benzer manipülasyonları, yönlendirmeleri yerli denilen sermaye yapmadı mı? Zaten sorun da burada yatıyor. Postmodern darbelere kimlerin destek verdiği, sanal muhtıralara kimlerin çanak tuttuğu göz önünde duruyor.
Bu durumda kısa vadede çözüm olarak, her fırsatta darbe çığırtkanlığı yapan sivil ama otoriter patronlaıın 'ehlilleştirilmesi'nin yolu küresel sermayeye kapıları açmak olabilir mi?
Medyayı da eline geçiren uluslar arası sermayenin çıkarlarıyla ters düşüldüğünde onu hangi sermaye ile dengeleyeceksiniz? Evdekilerle kavga edip barışmanız, mümkün ya Murdoch gibilerle ters düştüğünüzde, siz ters düşmeseniz bile onların çıkarı ülke çıkarıyla çatıştığında geri göndermeye gücünüz yetecek mi? Bu şark kurnazlığının bedeli ağır olabilir.
Liberalizm söyleminin, ekonominin kendi kuralları içinde ve insanlığın yararına olacak şekilde işleyeceği yanılsamasının barındırdığı determinizm karşısında zaten savunulması gereken bir kültür kalmamış demektir.
0 Yorum yapılmış.
Yorum Gönder
*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.