5 Aralık 2007 Çarşamba

Sivil anayasa tartışmaları eleştiriler ve cevaplar (2)


Değiştir





Anayasa taslağının, kısmen içeriği, fakat daha çok hazırlanış yöntemi ile ilgili olarak, zaman zaman karşılaştığı eleştirilerden biri de, AK Parti seçim beyannamesinde ve daha sonraki çalışmalarda telâffuz edilen "sivil" anayasa deyimine ilişkindir.

Burada kastedilen, elbette, Anayasa'nın serbest ve dürüst seçimler yoluyla seçilmiş, dolayısıyla millî iradeyi hakkıyla temsil eden bir yasama meclisi tarafından serbest tartışmalar ve uzlaşmalar yoluyla yapılmasıdır. Diğer bir deyimle Anayasa'nın, belli güçler tarafından tepeden inmeci yöntemlerle dayatılması değil, toplumun beklenti ve taleplerine uygun şekilde ve geniş bir toplumsal katılımla hazırlanmasıdır. Anayasa yapımı tarihimize baktığımızda, 23 madde ve bir "madde-i münferide"den oluşan kısa ve kısmî nitelikteki 1921 Anayasası hariç, diğer anayasa yapımı süreçlerinin bu tanıma uymadığı, tarihsel bir gerçekliktir. 1924 Anayasası'nı hazırlayan İkinci Dönem TBMM, Halk Fırkası'ndan başka hiçbir partinin katılmadığı 1923 seçimleri ile oluşan ve içinde örgütlü bir muhalefetin bulunmadığı bir tek-parti meclisidir. Bu Meclis'i oluşturan milletvekillerinin her türlü tartışma dışında olan vatanseverlikleri, devrimci ruhları ve Anayasa görüşmelerinin serbest bir tartışma ortamı içinde geçmiş olması, bu gerçeği değiştirmez.

1961 ve 1982 Anayasalarının nasıl yapıldığı ise, hâfızalarda çok daha canlıdır. Her iki durumda da Kurucu Meclislerin tek bir üyesi bile, genel oya dayanan, serbest ve yarışmacı seçimlerden çıkmamıştır. Her iki durumda Kurucu Meclis'in bir kanadını, askerî müdahaleyi gerçekleştiren askerî güç oluşturmuştur. 1961 Kurucu Meclisi'nin sivil kanadı olan Temsilciler Meclisi esas itibariyle korporatif yöntemle, 1982 Kurucu Meclisi'nin sivil kanadı olan Danışma Meclisi ise tümüyle atama yoluyla oluşmuştur. Temsilciler Meclisi'nde, o tarihte seçmen kütlesinin yaklaşık yarısını temsil eden DP'den tek bir üye yer almamış, Danışma Meclisine ise hiçbir siyasî parti üyesi dâhil edilmemiştir. 1982 Anayasası'nın yapımı sürecinde son sözü Millî Güvenlik Konseyi söylemiş, Danışma Meclisi'nin rolü, adına uygun olarak, bir danışmanlık fonksiyonundan öteye geçmemiştir. 1982 Anayasası'na ilişkin halkoylamasında "münhasıran Anayasa taslağının geliştirilmesi maksadı"na yönelik görüşlerin ifadesine izin verilmiş; "halkın vereceği reyin nasıl olması gerekeceği hususunda etki yapacak herhangi bir telkinde" bulunulması yasaklanmış ve Devlet Başkanı Sayın Kenan Evren'in Anayasa'yı tanıtma konuşmalarının "hiçbir suretle eleştirileme"yeceği ve "bunlara karşı yazılı veya sözlü herhangi bir beyanda bulunula"mayacağı kararlaştırılmıştır. Nihayet, 1982 Anayasa halkoylaması Evren'in tek aday olarak katıldığı Cumhurbaşkanı seçimi ile birleştirilmiş ve halkoylamasından hayır sonucu çıktığı takdirde askerî yönetimin devam edeceği ima edilmiştir. Bütün bu anılar hafızalarda canlı iken, Türkiye Barolar Birliği'nin 2007 önerisinin gerekçesinde ifade edilen bu Anayasalardan hiçbirinin "askerlerin belirlediği Anayasalar" olmadığı, "her birinde belirleyici rolü belli sivil kesimler"in oynamış bulunduğu, askerlerin rolünün "sivillerce hazırlanan modellerin aracısı olmaktan öteye geçme"diği yolundaki görüşler, gerçekten hayret vericidir. 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım süreci ile kıyaslandığında, başlangıç noktasında bulunduğumuz anayasa yapımı sürecinin sivil, demokratik, çoğulcu, şeffaf ve katılımcı niteliğinden kuşku duyulamaz.

Taslak Anayasa ve başörtüsü sorunu

Anayasa taslağının içeriğine gelince, bu konuda yöneltilen başlıca eleştiriler, ayrıntılar bir yana bırakılırsa, birkaç başlık altında toplanabilir: (a) Taslak, lâikliği zayıflatmakta, hattâ içini boşaltmaktadır; (b) Taslak, Atatürk ilkelerini Anayasa'dan tasfiye etmeyi amaçlamaktadır; (c) Taslak, yargıyı siyasallaştırmakta, onu siyasal iktidarın etkisine açık hale getirmektedir; (ç) Taslak, bir yandan Cumhurbaşkanı'nın halkça seçilmesini öngörürken, öte yandan onun yetkilerini azaltmak gibi bir çelişkiye düşmektedir; (d) Taslak, bütün bu düzenlemeleri ile, çoğulcu demokrasiden çoğunlukçu demokrasiye geri dönüşü ifade etmektedir.

Bu eleştiriler teker teker ele alınacak olursa, Taslak'ın lâikliği zayıflattığı iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Lâiklik açısından 1982 Anayasası'nda korunup da Taslak'ta korunmayan hiçbir husus mevcut değildir. Aksine, din ve inanç hürriyetini düzenleyen 24'üncü maddede, din değiştirme hürriyetinin açıkça zikredilmesi; ibadet hürriyetinin sınırlandırılmasında 14'üncü madde gibi çok muğlak bir hüküm yerine, 1961 Anayasası'na benzer şekilde kamu düzeni, genel sağlık, genel ahlâk ve başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması gibi çok daha somut kriterlere atıfta bulunulması; ve en önemlisi, din kültürü ve ahlâk öğretimi dersinden muafiyet imkânının tanınması gibi, lâikliği daha da güçlendirici unsurlar mevcuttur. Eğer lâikliğin zayıflatılmakta olduğu iddiasının mesnedi, yükseköğretim kurumlarında hiç kimsenin kılık ve kıyafetinden dolayı öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı yolundaki önerimiz ise, bunu da haklı bulmaya imkân yoktur. Kız öğrencilerin başlarını örtüp örtmemeleri, bir lâiklik sorunu değil, bir bireysel tercih ve insan hakları sorunudur. Kimsenin bu öğrencileri, dinî inançları ile öğrenim hakkı arasında tercih yapmaya zorlama hakkı yoktur. Lâikliğin bir unsuru ayrım gözetilmeksizin herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip bulunması olduğuna göre, böyle bir düzenleme lâikliğe aykırı değil, aksine onun bir gereğidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye'deki başörtüsü yasağını Sözleşme'ye aykırı bulmayan Leyla Şahin kararı karşısında Türkiye'nin Anayasa'sını değiştirmek suretiyle dahi bu yasağı kaldıramayacağı iddiası ise, ya Avrupa insan hakları koruma mekanizmasının mahiyeti konusunda tam bir bilgisizlikten, ya da daha büyük ihtimalle maksatlı bir çarpıtma gayretinden kaynaklanmaktadır. Bir yasağın Sözleşme'ye aykırı bulunmaması, ilgili devletin o yasağı sürdürmeye mecbur olması anlamına gelmez; çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, azami hürriyet alanlarını değil, asgari hürriyet alanlarını belirlemektedir. Bu yasağı sürdürüp sürdürmemek, tamamen ilgili devletin takdirindedir. Nitekim Avrupa Konseyi üyesi devletlerin hiçbirinde, üniversiteler düzeyinde böyle bir kıyafet yasağı yoktur.

Taslağın, Anayasa'dan Atatürkçülüğün izlerini silmeyi amaçladığı iddiası da, aynı derecede mesnetsizdir. Taslağın Başlangıç bölümünde "Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefi ve ebedî barış idealine olan bağlılık" vurgulandığı gibi, 2'nci maddede "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ifadesi muhafaza edilmiş, milletvekili (m. 58) ve Cumhurbaşkanı (m. 80) yeminlerinde "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı"lık ifadeleri yer almıştır. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye Barolar Birliği'nin Ekim 2007 tarihli taslağında "Atatürk ilkeleri" ve "Atatürk milliyetçiliği" deyimleri sadece Başlangıç bölümünde yer almış, maddelerde bu kavramlara yer verilmemiştir. Aslında, Anayasa'da Atatürk'ün manevî mirasına bağlılığın tescil edilmesi ile, Atatürk ilkelerinin uyulması zorunlu hukukî kurallar, anayasa yargısında başvurulacak ölçü-normlar olarak formülleştirilmesi apayrı konulardır. İkinci anlayış benimsendiği takdirde, devletçilik, devrimcilik ve halkçılık gibi ilkelerin de uygulanmasının sürdürülmesi gerekecektir ki, bunun çağdaş demokratik siyasal hayat bakımından yaratacağı sıkıntılar ortadadır. Devletçilik bugün dünyanın hemen tümünde geçerliliğini kaybetmiş bir politikadır. Devrimcilik, Türk devriminin ilk onyılları bakımından büyük önem taşımakla birlikte, demokratik bir siyasal sistemde değişimin devrim yoluyla değil, ancak evrim yoluyla gerçekleşebileceği açıktır. Halkçılık, 1920'lerde siyasal demokrasi anlamında kullanılmış olmakla beraber, 1930'lardan itibaren sınıf farklılıklarını ve sınıf mücadelesini reddeden, özü itibariyle otoriter bir dayanışmacılık doktrini niteliği almıştır. Atatürkçülüğün özünü oluşturan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkeleri ise, zaten Anayasa taslağının çeşitli maddelerinde somutlaşmıştır. Taslağın yargıyı siyasallaştırma ve siyasal iktidarın etkisine açma amacını güttüğü iddiaları da, gerçeklerden uzaktır. Taslakta Anayasa Mahkemesi'nin 17 üyesinden dokuzunun diğer yüksek mahkemeler, sekizinin de TBMM tarafından belirli vasıfları haiz kişiler arasından beşte üç çoğunlukla seçilmesi öngörülmüştür. Anayasa yargısını benimseyen ülkeler arasında hâkimlerin seçimi sürecinden parlâmentoyu tümüyle dışlayan tek ülke, 1982 Anayasası ile Türkiye'dir. Bu ülkelerde Anayasa Mahkemesi hâkimlerinin ya tümü parlâmento (Almanya, Macaristan, Polonya) veya önemli bir bölümü (İspanya'da 12 üyeden onu, İtalya'da 15 üyeden onu) parlâmento ve hükümet gibi siyasal organlarca seçilmektedir. Fransa'da Anayasa Konseyi'nin dokuz üyesinden üçünü Cumhurbaşkanı, üçünü Millî Meclis Başkanı, üçünü Senato Başkanı seçmektedir. ABD'de Yüksek Mahkeme üyeleri, Senato'nun onayı ile Başkan tarafından seçilmektedir. Bu sistemin gerekçesi, kanunları iptal etmek gibi çok güçlü bir yetkiye sahip olan anayasa mahkemelerinin demokratik meşruluğunu güçlendirmektedir. Türkiye'de de 1961 Anayasası'nın 15 üyeden beşinin TBMM tarafından seçilmesini öngördüğü, TÜSİAD (1992) ve Türkiye Barolar Birliği (2007) taslakları ile Anayasa Mahkemesi'nin kendi önerisinde de, daha sınırlı ölçüde olmakla birlikte, TBMM ve Cumhurbaşkanı'nca seçilecek üyelere yer verildiği hatırlanmalıdır. Taslak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 17 üyesinden beşinin de birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve savcılar arasından TBMM'ce seçilmesini önermektedir. Bunun da amacı, yargıyı siyasallaştırmak değil, Kurul'un demokratik meşruluğunu güçlendirmek ve yargı mesleğinin tümüyle bir kapalı kast haline gelmesini önlemektir. Venedik Komisyonu'nun yargısal atamalara ilişkin 2007 tarihli raporu, hiçbir Avrupa ülkesinde bizim Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na tekabül eden yüksek yargı konseyi üyelerinin tümünün hâkimlerin kendileri tarafından belirlenmediğini ortaya koymuştur. Türkiye'de de 1961 Anayasası'nın 1971 değişikliğinden önceki metnine göre, Yüksek Hâkimler Kurulu üyelerinin üçte biri TBMM tarafından seçilmekteydi.

Çoğulcu demokrasiye geçiş

Cumhurbaşkanının halkça seçilmesi öngörülürken yetkilerinin azaltılması, ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de, Avrupa'da böyle bir sistemin Avusturya, Finlandiya, İrlanda ve İzlanda gibi birçok örneği vardır. Aslında 1982 Anayasası'nın, sorumsuz fakat geniş yetkili bir Cumhurbaşkanlığı makamı yaratmak suretiyle, ne parlamentarizme ne yarı-başkanlık sistemine uyan anormal bir yapıya vücut verdiğinde bütün anayasa hukukçularımız ittifak halindedir. 1982 Anayasası'nı yapan gücün, Cumhurbaşkanlığı'nı seçilmiş iktidarlar üzerinde bir denetim ve vesayet makamı olarak gören anlayışından kaynaklanan bu durum, yetki ve sorumluluğun paralelliği gibi kamu hukukunun en temel ilkelerinden birine aykırıdır. Bunun yürütme organı içinde yarattığı sürtüşmeler ve sıkıntılar, 1982 Anayasası döneminde göreve gelen bütün Cumhurbaşkanlarının görev sürelerinde gözlemlenmiştir. Taslak, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini parlamenter bir devlet başkanının daha çok sembolik nitelikteki yetkileri düzeyine indirmek suretiyle, bu anormal duruma son vermektedir. Cumhurbaşkanı'nın halkça seçilmesi ise, en son ve vahim örneğini 2007 ilkbaharında görmüş olduğumuz tıkanmaları önlemeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Barolar Birliği 2007 taslağında yer alan, Cumhurbaşkanı'nın halkça seçiminin rejim üzerinde "yozlaştırıcı sonuçlar" yaratacağı, rejimin "çoğunlukçu demokrasiye kaya"cağı, bunun "ne parlamenter sistemle, ne başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi ile bir ilgisi"nin olduğu yolundaki görüşleri paylaşmak mümkün değildir. Bu eleştiriler ancak, Cumhurbaşkanı'nın bugünkü yetkileri muhafaza edilseydi, doğru olabilirdi. Taslağın öngördüğü hükümet sistemi, parlamenter modele, 1982 Anayasası'ndakinden çok daha uygundur.

Nihayet, bütün bu görüş ve eleştirilerin ışığında, Taslak'ın gerçekten de çoğulcu demokrasiden çoğunlukçu demokrasiye bir kayışı yansıtıp yansıtmadığını tartışmak gerekir. Çoğunlukçu demokrasi, iktidarda olan siyasal gücün az çok sınırsız hâkimiyeti anlamına gelir. Bağımsız yargının ve güçlü bir Anayasa Mahkemesi'nin mevcut olduğu, başta ifade hürriyeti olmak üzere temel hakların genişletildiği ve güçlendirildiği, siyasi partiler üzerindeki yasakların hafifletildiği, hukuk devleti önündeki bütün engellerin kaldırılarak idarenin tüm işlemlerinin yargı denetimine açıldığı bir sistemi çoğunlukçu demokrasi olarak tanımlamak elbette mümkün değildir. Bu eleştirileri dile getiren Barolar Birliği taslağının, halk oylaması ve halk teşebbüsü gibi gerçekten de çoğunlukçu demokrasinin araçları olan yarı doğrudan doğruya demokrasi yöntemlerine yer vermesi, izahı güç bir çelişkidir. Eğer çoğulcu demokrasiden anlaşılan, 1982 Anayasası'nın kendisine özgü mantığı ile yarattığı yapay vesayet kurumlarının denetiminde bir rejimse, bunun milletlerarası literatürdeki adı, çoğulcu (plüralist) demokrasi değil, ancak sınırlı, ya da yarı (semi) bir demokrasidir. (Bu yazı dizisi, Kamu Araştırmaları Vakfı (KAV) tarafından 1 Kasım 2007 tarihinde Ankara'da düzenlenen "Sivil Anayasa Sempozyumu: Türkiye Anayasasını Arıyor" konulu toplantıda yaptığım konuşmanın genişletilmiş versiyonudur.)


Zaman


Tarih Bülteni

0 Yorum yapılmış.

Yorum Gönder

*Yorum yazma konusunda yardım almak için buraya tıklayınız.
*Yorum yaparken herhangi bir kişi veya kuruma hakaret unsurları içeren kelimeler kullanmayınız.

 

Tarih Bilgi Ambarı Copyright 2007-2009