Şahin Alpay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şahin Alpay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2007 Cumartesi

Pakistan'da ordu ve devlet


Değiştir
Şahin ALPAY


Kurulduğu 1947 yılından bu yana geçen 60 yılın çoğunda Pakistan askerler tarafından yönetildi. Şimdilerde askeri yönetimle demokrasi karışımı bir rejime sahip.
Askeri yöneticilerin sonuncusu olan General Pervez Müşerref, 1999'da bir darbeyle iktidara el koyduktan sonra seçimle gelen eski başbakanlar Benazir Butto ve Navaz Şerif'e siyaset yasağı getirdi. İkisi de ülkeyi terk etti. İkisi de yolsuzlukla suçlandı ve yargılandı.

11 Eylül saldırılarından sonra Müşerref, Taliban'a karşı ABD'nin yanında yer aldı. 2002'de yapılan bir (sözde) referandumla, üniformayı çıkarmadan Başkan seçildi. Aralık 2003'te radikal İslamcıların düzenlediği iki suikast girişiminden kurtuldu. Mart 2007'de yargıyla çatıştı. Yüksek Mahkeme'nin başkanı ve sekiz üyesini görevden aldı. Ağustos 2007'de ülkeye dönen Navaz Şerif havaalanından geri çevrildi. Eylül'de Müşerref, parlamento tarafından tekrar başkan seçilirse üniformasını çıkaracağını açıkladı. Ekim'de Butto aleyhindeki yolsuzluk iddiaları geri alındı. Bu, Müşerref ile Butto arasında bir "iktidar paylaşımı" anlaşması yapıldığı şeklinde yorumlandı.

6 Ekim'de Müşerref, parlamento tarafından yeniden 5 yıllığına Başkan seçildi. 18 Ekim'de Butto ülkesine döndü. Karşılanması sırasında patlayan iki bomba 130 kişinin ölümüne neden oldu. Butto, suikast girişiminden radikal İslamcıları sorumlu tuttu. Müşerref, 3 Kasım'da sıkıyönetim ilan edip, anayasayı yürürlükten kaldırdı. Muhalefet ve Bush yönetimi seçim için bastırınca, 15 Aralık'ta sıkıyönetime son verilmesine ve oylamanın 8 Ocak'ta yapılmasına karar verdi. 25 Kasım'da Navaz Şerif'in ülkeye girmesine izin verilmesi Müşerref'in, Butto'nun fazla güçlenmesini önlemeye yönelik bir adımı olarak yorumlandı. Müşerref, 29 Kasım'da üniformasını çıkardı ve ordu komutanlığını (Taliban'ın eski sponsoru olmakla da maruf) istihbarat örgütünün (ISI) eski başkanı General Eşfak Kayani'ye devretti. Ve 27 Aralık'ta Benazir Butto, babası Başbakan Zülfikar Ali Butto'nun Gen. Ziya Ül Hak tarafından asıldığı yer olan Ravalpindi'de, bir seçim toplantısı sonrasında öldürüldü.

Şimdi, suikastın arkasında kimin olduğu, seçimlerin yapılıp yapılmayacağı, nükleer silahlara sahip Pakistan'ın nereye gittiği üzerine spekülasyonlar yapılıyor. Güvenle söylenebilecek tek şey, iktidarın ordunun elinde olmaya devam edeceği. Zira Pakistan'da ordu, belki başka hiçbir ülkede görülmediği ölçüde devletle özdeş. Ordunun ekonomideki yeri de, başka hiçbir ülkede görülmediği ölçüde geniş. Muvazzaf, yani görevdeki subaylar tarafından yönetilen askeri vakıfların sigorta, inşaat, kargo, tarımsal üretim, emlak, petrol ve doğalgaz, havayolu şirketleri, bankaları, radyo ve televizyon istasyonları, orta ve yüksek eğitim kurumları var. Pakistan Deniz Kuvvetleri Araştırma Merkezi'nin eski direktörü ve "Military Inc.: Inside Pakistan's Military Economy / Askeri A.Ş.: Pakistan'ın Askerî Ekonomisine İçeriden Bakış" (Pluto Press, Nisan 2007) adlı kitabın yazarı Ayşe Sıddıka, Pakistan'da generallerin ülkenin büyük toprak sahiplerine paralel bir feodal sınıf oluşturduğunu söylüyor.

Askeri sektörün ticarî faaliyetlerdeki payı GSMH'nın % 4'ünü oluşturuyor. Ticari varlıklarının toplam değeri 4 milyar dolar. Askerlerin sahip olduğu araziler de eklenirse, rakam 20 milyar doları buluyor. Ordunun 100 ticari girişiminden sadece 9'u borsaya kayıtlı. Diğerleri herhangi bir mali denetime tabi değil. Hazineye ait toprakların % 12'si ordunun elinde. Sömürge döneminden kalan yasalar uyarınca kamulaştırılan araziler, çok ucuz fiyatlarla subaylara satılıyor. Rütbe yükseldikçe subayların satın alabildikleri arazi miktarı büyüyor. Bir general emekli olduğunda 10 milyon dolarlık araziye sahip olabiliyor. (Bkz. Ehsan Masood, "Pakistan: The army as the state / Pakistan: Devlet olarak ordu", Open Democracy.) Ayşe Sıddıka'ya göre, ordunun ekonomi içinde tuttuğu yer, Pakistan'ın demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel (Bkz: "Pakistan's permanent crisis / Pakistan'ın sürekli krizi", Open Democracy).

Zaman

Tarih Bülteni

3 Kasım 2007 Cumartesi

Iraklı Kürtler ve PKK


Değiştir


Hasan Cemal, çok iyi bir iş yaptı: Irak'a gidip Kürt Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ve Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile konuştu (Milliyet, 30-31 Ekim). Böylelikle medya çarpıtmalarını aşarak, Iraklı Kürt liderlerin gerçekten ne dediklerini öğrenme imkanını bulduk. Barzani ve Talabani'nin verdikleri mesajları şu noktalarda toplamak mümkün:
• Türklerle Kürtlerin ortak çıkarı, barış içinde birlikte yaşamaktır. Iraklı Kürtler Türkiye'ye düşman, tehdit değildir. 1990'larda PKK'ya karşı savaşarak bunu göstermiştir. Türkiye bize saldırmayacağına dair güvence vermeli, bizi muhatap almalıdır. Ankara bizimle diyalog kurmuyor, tehdit ediyor, sonra da PKK'ya karşı işbirliği bekliyor.

• PKK'nın yaptıkları Türklere ve Kürtlere zarar verdiği gibi, Kürtlerin davasına ihanettir. Zira Türkiye'de demokrasi düşmanı çevrelerin elini güçlendiriyor. Biz demokratik, AB'ye üye bir komşu Türkiye istiyoruz. PKK silah bırakmalı. Eğer buna hazır değilse, koşulsuz bir ateşkes ilan etmeli, tümüyle Irak'a çekilerek bunda samimi olduğunu göstermeli. (PKK geçen yıl da ateşkes ilan etti. Biz bunun için baskı yapmıştık, şimdi de yapıyoruz. Ama Türkiye böyle bir ateşkes ilan edilmemiş gibi davrandı.)

• PKK sorunu askeri yoldan, savaşla çözülemez. Askeri operasyonlar kaç defa yapıldı, sonuç alınamadı. Türkiye'deki Kürtlerin demokratik ve kültürel hakları tanınmadan, PKK sorunu çözülemez. Kürt sorunu çözüldükçe PKK da biter. Türkiye barışçı çözüm için adımlar atmalı, bu bağlamda sıradan PKK üyelerine af da düşünülmeli. Böyle bir dönemde Öcalan için affın söz konusu olmayacağını bilmiyor değiliz. Öcalan on yıl önce silah bırakmayı kabul etseydi, bugün hapiste olmazdı.

• Kandil'deki 5 bin PKK'lıyı yakalayıp Türkiye'ye teslim edecek gücümüz yok. Ama kan dökülmesini durdurmak için elimizden geleni yapacağız. PKK tarafından kaçırılan 8 askerin serbest bırakılmasına da çalışıyoruz. ABD yeni bir güvenlik yapılanması inşa edebilir. Amerikalılar sınırdan sızmaların önlenmesi için 24 saat havadan kontrol uçuşları yapmayı, istihbarat desteği öneriyorlar. Üzerinde düşünülmeli.

Irak Kürt liderliğinin bugünkü konumunu şu şekilde okumak mümkün: PKK'nın, kendi güvenliklerini ve çıkarlarını tehlikeye attığının bilincindeler. Fakat PKK'ya karşı tek başlarına netice alamayacaklarını, üstelik PKK ile çatışmaya girmelerinin Irak Kürtlerinden tasvip görmeyeceğini biliyorlar. Türkiye ile işbirliği yapmak için Ankara'dan kendilerini muhatap almasını ve onları hedef almayacağına dair güvence vermesini bekliyorlar.

Ne var ki, Iraklı Kürt liderlerin Ankara'ya samimiyetlerini göstermek için yapabilecekleri çok şey var. PKK'ya adeta göz yummaktan vazgeçebilir, Kandil'i kuşatmaya alıp lojistik desteğini kesebilirler. Örgütü silah bırakmaya değilse de, uzun süreli ateşkese ikna etme imkanına sahip oldukları da anlaşılıyor. Bütün düşünce ve kaygıların söze dökülmediği de muhakkak. Iraklı Kürt liderler yarın Türkiye'den (İran'dan veya Araplardan) gelebilecek saldırılara karşı gerektiğinde PKK'yı bir yedek kuvvet olarak görüyor olabilirler.

Akıl ve mantıkla davranan bir Türkiye, onlarca yıl Irak'taki Baas diktatörlüğünün zulmü altında kalmış olan Iraklı Kürtlerin güvenlik kaygılarını görmezden gelemez. Bırakın Bölge Yönetimi'ni, Irak devletinin temsilcisi konumundaki Kürtleri dahi muhatap almama, bölgeye ekonomik yaptırım uygulama ve silahlı müdahaleyle tehdit politikalarının Iraklı Kürtleri PKK'ya karşı Türkiye ile işbirliğine zorlayabileceğine dair fantazilerin sonuç vermeyeceği muhakkak. Aksine bu politikalar Iraklı Kürtleri Türkiye'nin karşısına ve PKK'nın yanına itmenin en kestirme yolu olabilir. Eğer amaç gerçekten, Iraklı Kürtleri "dövmek" değil de, PKK'nın etkisizleştirilmesi ise, yapılması gereken onlarla konuşmak, onları tehditten vazgeçmek, ekonomik karşılıklı bağımlılığı derinleştirmek ve böylelikle PKK'ya karşı güçbirliğini güven altına almaktır.
Zaman

Tarih Bülteni

1 Kasım 2007 Perşembe

ABD ve PKK


Değiştir


PKK saldırıları tırmandıkça, ABD'nin (sorumluluğu altındaki Irak'ta yuvalanan) PKK'ya karşı bir şeyler yapıp yapmayacağı konusunda sorular çoğaldıkça, dahası PKK'yı (PEJAK'ı) İran'ı istikrarsızlaştırmak için kullandığı ayyuka çıkınca, PKK'yı Türkiye'ye karşı da kullandığına dair komplo teorileri ürüyor.
Amerikalı askerlerin PKK saflarında çarpıştıklarını iddia edenlere dahi rastlanıyor... ABD'nin "her taşın altında, her şeye muktedir ve hiç yanılmaz" olduğu ve Türkiye'nin altını oymak istediği varsayımlarına dayalı, deli saçması komplo teorilerini bir yana bırakırsak ancak, ABD'nin bugüne kadar Kuzey Irak'taki PKK hakkında neden somut hiçbir şey yapmadığı sorusuna eleştirel akla ve mantığa dayalı bir cevap arayabiliriz. ABD hakkında analizler yaparken, herhalde öncelikle şunu dikkate almak gerekir: Nasıl tek bir Türkiye'den söz edemiyorsak, tek bir ABD'den söz etmek de mümkün değildir. İktidarla muhalefeti, Başkan ile Kongre'yi bir yana bırakalım. Savunma Bakanlığı'nın bakış açısıyla Dışişleri Bakanlığı'nın aynı değil. Savunma Bakanlığı içinde Irak işgalinin mimarı olan Neo-Muhafazakarlar ("neocon"lar) var; onları tasvip etmeyenler var. Neoconlar içinde "Yurttaşı oldukları ABD'den çok İsrail'e bağlı olmakla" suçlanan, İsrail'in çıkarlarına zarar verecek ölçüde "İsrail'den çok İsrail yanlısı" olanlar ve öyle olmayanlar var. Amerikalı sivil yetkililer ile askeri komutanlar arasında görüş farkları var. Nihayet Başkan Bush ile yardımcısı Cheney'in bile tam uyuşmadıkları söyleniyor. İçindeki bütün bu ayrımları dikkate almadan ABD'nin ne genel, ne Türkiye, ne de PKK politikasını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. ABD Savunma Bakanlığı üzerinde (azalmış ölçüde de olsa) etkili olan, "İsrail'den fazla İsrail yanlısı" neoconlar düşünebilir ki, Türkiye'de tercihe şayan olan, askeri olmasa bile askerlerin ağırlıkta olduğu, laikçi-milliyetçi bir yönetimdir. Onlardan biri olan Michael Rubin gibiler diyebilir ki, İsrail nasıl ayrım gözetmeksizin bütün Filistinlilere savaş açmalıysa, Türkiye de ayrım gözetmeksizin bütün Kürtlere savaş açmalıdır. "Mesut Barzani, Abdullah Öcalan'ın yanına konmadıkça, PKK bastırılamaz..." Ama ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye'ye çok farklı bir gözle baktığı; muhafazakâr demokrat AKP iktidarı altındaki Türkiye'yi İslam ile demokrasi ve laikliği bağdaştıran ülke olarak bütün İslam âlemine model gördüğü ortadadır. Türkiye-ABD ilişkilerinin eskisi gibi olmadığı açıktır. Bunun son zamanlardaki en iyi analizini CIA eski yöneticilerinden Graham Fuller yaptı (Los Angeles Times, 19 Ekim). Irak'ta başı fena halde dertte olan ABD'nin, oradaki yegane müttefiki Kürtlere fazlasıyla güven verdiği doğrudur. Irak'taki Amerikan askerlerinin başı yeterince belada olduğu gibi, (1 Mart acısıyla) PKK'ya karşı önlem almaya istekli olmadıkları da görülmektedir. Ama bütün bunlar ABD'nin (ve de İsrail'in) Türkiye ile ittifaka duyduğu büyük ihtiyacı bir nebze azaltmaz. Başkan Clinton döneminde Öcalan'ın yakalanmasına yardımcı olan ABD'nin bugüne kadar Irak'taki PKK hakkında neden somut bir şey yapmadığı sorusuna eleştirel akıl ve mantığa dayalı cevap arayanlar için bir kılavuz, Henri J. Barkey'in makalesi. (Washington Post, 27 Ekim). 1998-2000 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı siyaset planlama dairesinde çalışan Barkey'e göre, bugün karşı karşıya olduğumuz, Türkiye'yi, Irak'ı ve ABD'yi tehdit eden kriz, esas olarak Bush yönetimindeki beceriksizlik, bilgisizlik ve basiretsizlikten kaynaklanıyor. Krizin geldiği görülmüştü. Gerginlik tırmanırken krizi önlemek için sayısız fırsatlar doğdu, ama Washington bunlardan yararlanamadı. Gerek Iraklı Kürtler, gerekse AKP hükümeti doğrudan veya dolaylı olarak Washington'a aralarında anlaşmaya istekli olduklarının işaretlerini verdiler. Ama Bush yönetimi, Türkiye ile Iraklı Kürtler arasında, PKK'nın Kuzey Irak'tan çıkarılması karşılığında Ankara'nın Iraklı Kürtlere ticaret ve güvenlik garantisi vermesini öngören bir anlaşmaya önayak olma fırsatını değerlendiremedi.

Zaman




Tarih Bülteni

15 Eylül 2007 Cumartesi

Nükleer uyarılar


Değiştir


59. hükümet giderayak, "Nükleer Güç Santrallarının Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışına İlişkin Kanun"u TBMM'den alelacele geçirdi.
Cumhurbaşkanı Sezer, bu kanunla nükleer santral kuracak kuruluşun KİT niteliğinde olmasına rağmen, KİT'lerin tabi olduğu denetim mekanizmalarına tabi tutulmamasına ve çok yüksek olan santral söküm masraflarının Hazine'ye yüklenmesine karşı çıkarak yasanın üç maddesini Meclis'e geri gönderdi. Enerji Bakanlığı'nı koruyan ve "Yazı da gelse, tura da gelse, dik de dursa, biz bu santralları kuracağız" (!) zihniyetinde olan Hilmi Güler, 60. hükümetin yasanın uygulanması ve önümüzdeki dönemde en az üç nükleer enerji santralı kurulması konusundaki kararlılığını tekrarladı.

Türkiye'de nükleer enerji lehindeki lobi hayli güçlü. Bu lobinin önemli bir bölümü, nükleer enerjiyi modernliğin, çağdaşlığın simgesi olarak gören ya da kalkınma hamlesinin nükleer güç santrallarının kurulmasını zorunlu kıldığını düşünen, bunların "sonsuz, temiz ve güvenli" bir enerji kaynağı sağlayacağına inanan, iyiniyetli, ama madalyonun öteki yüzünü görmek istemeyen kimselerden oluşuyor. Nükleer lobinin esas önemli unsurları ise ticari ya da mesleki olarak bundan kazanç (isterseniz rant) sağlayacak olan çevreler. Bu çevreler komplo teorileri üretmekten de geri kalmıyorlar. Onlara göre bugüne kadar Türkiye'de nükleer santralların kurulmasını akıl-mantık, arz ettikleri tehlikeler ve her şeyden önce gerektirdikleri yüksek yatırım maliyeti değil de, "gizli bir el" önlüyormuş. Nükleer lobinin içinde Türkiye'nin nükleer silaha sahip olması gerektiğini düşünen resmi çevreler bulunduğuna dair işaretler de yok değil. Bu lobiye güç veren yeni bir kaynak, sera gazı üretmeyen, sözde "çevre dostu" nükleer santralların küresel ısınmaya çare olduğunu ileri süren bir kısım çevreciler ve bu gerekçeyle ABD ve İngiltere gibi kimi ülkelerde, 20 yıl sonra nükleer santrallara ilginin yeniden uyanması.

Anlaşılıyor ki, AKP hükümeti toplumdan yükselen bütün muhalefete rağmen nükleer enerji macerasına atılacak. Benim gibi muhaliflerin yapabileceği, bıkıp usanmadan nükleer enerjinin tehlikeleri konusunda kamuoyunu uyarmak. Bu konuda edindiğim son bilgiler, hararetli bir taraftar olmasına rağmen, dürüst bir tutumla okurlarını işin bütün yönleri konusunda aydınlatmak ihtiyacını duyan Metin Münir'in gönderme yapması (Milliyet, 6 Temmuz) üzerine bulup okuduğum araştırmalara dayanıyor. Britanya'nın önde gelen bağımsız araştırma kuruluşlarından Oxford Research Group (ORG) tarafından geçen mart ve temmuz aylarında yayımlanan raporları isteyenler ilgili kuruluşun internet sayfasından indirip okuyabilirler (www.oxfordresearch.com ).

Bu raporlarda da belirtildiği üzere, nükleer enerjinin bilinen sorunları giderilmiş değildir: Nükleer enerji, giderek pahalanan güvenlik önlemleri ve ömürleri tükenen santralların devreden çıkarılma maliyetleri nedeniyle ucuz bir enerji kaynağı değildir. Yüksek yatırım maliyetleri nedeniyle kamu bütçesinden desteklenmeleri gerekmektedir. Nükleer enerji çevriminden yayılabilecek radyoaktivitenin insan sağlığı bakımından arz ettiği tehlike azımsanamaz. Tüketilen nükleer yakıtların yüzlerce yıl güvenle nasıl saklanacağı sorusuna cevap bulunamamıştır. Nükleer santrallar teröristlerin ve savaş halinde düşmanın öncelikli hedefi olabilir. Bütün bunlar, nükleer enerjinin aksi kanıtlanamamış olan gerçekleri. Yukarıda değindiğim raporların bunlara eklediği gerçekler ise şunlar: 1) Nükleer santrallar nükleer terörizm ve nükleer silahların yayılması riskini çok büyük ölçüde artırmaktadır. 2) Belki daha da önemlisi, nükleer santrallar küresel ısınma sorununa çare olamaz; zira bunun için önümüzdeki onyıllarda yüzlerce, hatta binlerce nükleer santral inşa edilmesi gerekir, ki bu da gerçekçi değildir. Konuya özel olarak Türkiye açısından bakarsak, nükleer santrallar enerjide dışa bağımlılığı azaltmayacağı gibi, bizim gibi bir deprem ülkesinde nükleer santral yapmanın riskleri öteki ülkelerde olduğundan çok daha büyüktür.

Tarih Bülteni
 

Tarih Bilgi Ambarı Copyright 2007-2009